Galata Gazete


30 Ağustos 2014 Cumartesi

“Bunu ben demiştim” yazısı!

“Bunu ben demiştim” yazısı!

Türkiye sürekli bir rotadan öteki rotaya oturuyor, sürekli değişim içinde. Bu rota elbette batıya doğru değil, Ortadoğu çöllerine doğru gidiyoruz. En son bizler Ortadoğu çöllerinde trenlerimizi ve bitle mücadele ederken bitap düşmüş, sonra ayaklanan Arap milislerin attığı kurşunlar ve İngilizlerin sağladığı olanaklar ile çöl kumlarını kan ile sularken bulunmuştuk. Lozan sözleşmesinden sonra çöller yerine yönümüzü Osmanlının kuruluşunda olduğu gibi batıya dönmüş, o tarafa doğru rotamızı çizmiştik. Ulus devletin kapalı ortamında, sınırlarımızı kalın duvarlar ile örüp, içte sermeye biriktirirken hedef batıydı. 24 Ocak kararları sonrası rotamızın yönü değişmeye başladı, sınırlardaki kalın duvarları yok ederken, sermeye birikimi artık yeterli görülmüş, özelleştirme ile dünyanın her yerinden sermaye akışına olanak sağlanmış.  Para girişi ile birlikte oluşmuş olan tüm değerler, giren paranın amacına doğru değerler birer birer yok oldu ve yerini yeni değerler oluşmadı. Yeni Türkiye bu oluşturulamayan değerler üzerinden yeni kültürünü ve rotasını çizdi. Bu rota Ortadoğu ülkesi gibi olacağımız günleri işaret ediyordu. Güçlü iktidar olacaktı, bu güçlü iktidarın da elbette güçlü lideri olması gerekliydi ve lider de zaten kısa sürede bulundu!
Türkiye’nin kaderi iç dinamiklerden daha çok, dış dinamiklerin etkisi ile değişmektedir. Bu kapitülasyonlardan bu yana süreklilik arz eden bir durumdur. Kısaca iç dinamiklerimizin gücü iktidara bir şeyleri değiştirmeye yetmemektedir. Elbette bu sözü söylerken iç dinamikleri yok saydığım anlamına gelmesin. Elbette iç dinamiklerin de etkisi olduğu rota düzeltmeleri olmuştur, fakat o kadar az ki artık genel çizgiyi etkileyecek boyutta değildir. Tarihimiz içinde değişik zamanlarda kırılmalar olmuştur, bu kırılmalarda tetikleyen unsur her ne kadar iç kırılmalar gibi gözükmüş olsa da sonuçta bu işten kimler karlı çıktı diye baktığımızda ne yazık ki bu değişimlerden en çok dışarıdaki dinamiklerin yararlandığını görürüz.
Genel değerlendirme sonrasında günümüze gelelim, çünkü oluşmuş olan 12 Eylül kırılmasının hala bizler artçı kırılmalarını yaşıyoruz. 12 Eylül’de rotamızın oturtulduğu hat henüz aktüel olma özelliğini korumaktadır. Her kriz dönemi, bir anlamda artçı sallantıyı işaret eder, zamanlaması ortalama on yıl olarak düşünebiliriz. Doksanlı yıllarda “çakıl taşı vermeyiz” denemesinden, bugün daha farklı söylemler ile başka kırılmalar yaşamaktayız. Elbette iktidarı güçlendiren ve iktidarı besleyen bir takım olaylar olmuştur. Eğer bir operasyonda iktidar güçlenerek çıkıyor ise, orada yapılan iş iktidara karşı değil, iktidara rağmen iktidarı güçlendiren bir şeydir. Bugün gelinen ve halkın sandıklarda desteklediği bir lider olması gereken yerdedir, çünkü başka seçenek düşünülecek ve onu zayıflatacak her hangi bir siyasi oluşum yoktur. İktidar, bu iktidara rağmen iktidar olma özelliğini koruyorsa, orada onu iktidarda tutan muhalif bir yapının varlığından söz edebiliriz. Kısaca ve açık olarak dersek, iktidarı muhalefet beslemekte ve iktidarın tüm olumsuzluklarının üstüne perde çekmekten başka işlevi yoktur. Çünkü muhalefet, iktidarın sadece bir yönünün kötü bir kopyasıdır, iktidar ihtiyaç duyduğunda o yönü kendi çıkarı için rahatlıkla kullanabilmektedir. Bugün mecliste bulunan tüm siyasi partiler siyasi iktidarın kriz döneminde yan değneği olma özelliğini göstermiştir. Her kriz döneminde muhalefet partisi değişmiş olsa da genel gözlem içinde her biri zaman içinde yan değnek olarak iktidarın iktidarda kalmasını sağlamıştır. Yani iktidar kriz yönetmesini bilmiş ve iktidar ömrünü uzatmıştır.
Erdoğan siyasi bir liderdir. 12 Eylül siyasi perspektifine uygundur. Hatta arzu edilen bir profile sahiptir. Erdoğan iktidara geldiğinde lider konumunda değildi, zaman içinde lider olmaya ve konulara hakim olmaya başlamış, bugün artık her şeyi ben bilirim konumuna gelmiştir. Erdoğan iktidara geldiği günden bugüne hep kendisini güçlendirmiş, çevresini de rant ile beslemiştir. Her şeyden rant elde etmeyi bilmiş, inşaat sektörünü, ekonomik işleyişi rakipleri karşısında gerek gördüğünde bir silah olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Siyasi güç aynı zamanda ekonomik gücü artırmış, ihalelerden “sakal ovuşturmak” doğal olmuştur. Herhangi bir ihaleden aracının yüzde alması, uluslar arası firmaların değişik ülkelerde rüşvet davalarının açılması ve ceza almasına rağmen ülkemizde her hangi bir tepki olmaması bu işleyişin bizde doğal karşılandığını işaret etmektedir.
Erdoğan cumhurbaşkanı yemini ederek yeni bir sürecin de başladığını işaretini vermiştir. Daha yetkili, daha sorumsuz sorumlu olacağı bir süreç. Çünkü devlet işleyişinden başbakan sorumludur, ama bakanlar kurulunu gerek gördüğünde yeni konumu ile Erdoğan rahatlıkla başkanı olabilecektir. Bakanlar kurulu aldığı her kararı Çankaya taşıyıp fikir alacaktır. Bu beklentiyi bizzat Erdoğan seslendirmektedir.
Yeni süreç elbette yeni operasyonel işleri de haber vermektedir, çünkü cemaate karşı başlatılan ve halen süren bir hareket var. Bu operasyonel dönemde bakanlar kurulu ve AKP yeniden dizayn edildi... Bu yeni düzenlemede Hüseyin Çelik kapı önüne bırakıldı bir anlamı ile, peki neden? Hiç vazgeçilmez olan Hüseyin Çelik neden kapı önüne bırakıldı?
Benim aklıma gelen şey; yeni düzenlemede cemaatlere karşı bir operasyon yapılacak, bu cemaat sadece Gülen çevresi değil, daha geniş düşünülüyor! Bunun ile ilgili ilk ipuçları cemaat medyasında verildi. MİT, cemaati gözlem altına almış, içinden bilgiler alıyor. Kim, nerede, ne yapıyor biliniyor. Erdoğan ne demekteydi, “inlerine ineceğiz!”
Evet, bu “inlere inme” işini yeni sorumlu başbakana yaptıracaklar, çünkü devlette devamlılık esastır.
Peki, Hüseyin Çelik kimdir, ne yapar? AKP dışında ilgilendiği işleri var, vakıf yönetiminde ve cemaat işleri ile içli dışlı. Öte yandan Kürt konusunda duyarlı, Kürdistan yönetimi ile ilişkileri var. Ermeni açılımının mimarları arasındadır. Van’daki Ermeni Kilisesinin açılması ve sene de bir de olsa ibadet yapılmasının mimarlarından. Ama onun hükümet için zayıf karnı cemaat ilişkisi olarak görüldüğünü düşünüyorum. O, AKP sözcüsüdür, o yüzden her konuda bilgi sahibidir, şimdi yapılacak olan operasyonda bilgi sahibi olması istenmemektedir. Çünkü en ufak sızma planların ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Çelik, anladığım kadarı ile hükümetin ve AKP’nin cemaat tarafından zayıf karnı olarak görülmektedir.
Kurulan yeni düzenleme, iktidar partisini seçime götürecek kadroları belirleyecektir, yeni milletvekillerini seçecektir. Seçim koşullarına rağmen seçim deneyimi olan Çelik, kapı önüne bırakılıyorsa, basit, sıradan bir şey olmadığını bana düşündürüyor...
Düşünüyorum ama doğru mu çıkacak, bunu zaman gösterecektir

İsmail Cem Özkan

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Obruk tehlikesi şehirlere indi!

Obruk tehlikesi şehirlere indi!

Gün geçmiyor ki ekoloji sistemimizde değişimi konuşmayalım. Yıllar geçmiyor ki, her gelen yaz diğerini aratır hale gelmesin. Yazları çok sıcak ve hatta zaman zaman fırtınalara teslim olduğumuz, felaketler ile iç içe yaşar olduk. Anlık yağışlar ve sel felaketleri toprağı beslemez, çünkü toprak bir anda yağan yağmur etkisi ile suyu içine almaz ve beton işlevi görür.
Yer altı yatırımı olmayan şehirler bir yandan susuzluk tehlikesi ile karşı karşıyayken, öte yanda sel sorunu ile uğraşmaktadır. Çelişki gibi duran bu durum yaşadığımız yazın küçük bir öyküdür.
Kurak bir yaz geçirdik ve geçirmeye de devam ediyoruz. Her ne kadar su baskınlarına neden olan sağanak yağışlar olmuş olsa da; susuzluğumuzu yok edemedi. Kuraklık barajlarımızda suyu buharlaştırdı, şehirler ırmaklardan ve çaylarda son kalan suyu içme suyu olarak çekiyor. Susuzluk artık bir gerçek, su borularından yosun kokusu geliyor, tuz kurudu ve kokuyor!
Bu durum başka bir gerçeği de fısıldıyor, İstanbul ve diğer şehirler için “obruk” tehlikesi var!
Toprağın çökmesi ile oluşan baca veya kuyu görüntüsü veren derin çukurluklara verilen addır, obruk. Çökme içinde yer altında bir boşluk olması gereklidir. O boşluk değişik nedenler ile oluşabilir. Yer altı suyun çekilmesi, maden ocağının üretimi durdurması ve o alanın terk edilmesi ve bir çok neden. obruk için yer altında boşluk olması ve zaman içinde çökmesidir. Bu bilinen bir gerçektir ve ülkemizde Konya Ovasında meydana gelen obruklar ile uzaktan da olsa bilgi sahibiyiz.
Şehirlerimizde obruk tehlikesi varsa, bu tehlikeye karşı nasıl bir tedbir alınıyor?
O konuda bir çalışma var mı?
İstanbul’un altında yer alan kireç taşları üzerine yapılmış bir çalışma var mı?
İstanbul yer altı suları konusunda bir çalışma yapıldı mı, bu konuda elimizde veriler bulunmakta mıdır, yer altı sularının durumu nedir? Çünkü barajların boşalması her ne kadar acil bir konu olarak karşımıza geliyorsa, aynı derecede ve daha tehlikeli olan şey yer altı sularının yok olmasıdır. Ve hayati boyutta önemlidir, çünkü önceden bilinmeyen bir yerleşim yerinde o çukurun oluşması bir çok insanımızın yok olması anlamına gelir. Sadece barajları beslemez yer altı suyu, aynı zamanda toprağı besler. Toprak öldüğünde orada yaşam olmaz.
Elbette şehirler için bu soruyu sormamı gerektiren bir çok neden var ama en önemlisi belediyelerin hizmeti olan yol ve kaldırım çalışmasıdır, çünkü toprağın üstünü beton ile kapladılar, parklar sosyal tesis adına beton ile kaplandı ve doğal olarak yıllardır toprak su ile beslenmiyor...
Bu beton ile kaplanan yerlerin altında bulunan yer altı sularının da yok olduğunu düşünüyorum.
Obruk konusunda sorduğum soru hayati olarak karşımızda duruyor ve depremden daha tehlikelidir...
Yerleşim yerlerinde gözükmez gibi bir düşünce yanlıştır, Almanya’da maden ocakları kapanan şehirlerde gözükmüştür. Araştırırsanız dünyanın bir çok yerleşim yerinde obruk gerçeği ile karşılaşırsınız.
Bu konuda farkındalık yaratıp, sorunu görünür kılmak zorundayız, çünkü birden her hangi birimiz bu çukurlara düşme tehlikesi ile karşı karşıyayız. Yer altı suları su ile beslenmediğinde kaçınılmaz olarak boşluklar oluşur ve yeryüzünün basıncına dayanamaz. Bu bir depremden daha sinsidir ve ne yazık ki ölümcüldür.
Obruk, Konya ovasından şehirlere indi, bu sorun ile baş edilebilinir, yeter ki elimizde veriler olsun. Görebildiğim ve araştırmalarımın sonucunda elimizde veri yok, hatta bir çok şehrimizin yer altı haritası dahi yoktur. Bu sorun zengin fakir ayrımı yapmaz, neresinin altı boşaldığını bilemeyiz. Hiçbir bina obruk karşısında güvenli değildir, hiçbir gökdelen obruk içine düşmez ve yıkılmaz değildir. Binaları depremlere göre yapanlar, obruk karşısında çaresizdir. Bizim bilmediğimiz ve yer altı sularının yapmış olduğu nice yer altı nehri kurudu, mağaraların içi büyük olasılıkla boş!
Bir çok şehirde kanalizasyon ağı yok, yer altına bırakılıyor kanalizasyon. Kanalizasyonun yaratmış olduğu gaz sıkışması ve patlamasının tehlikesini İstanbul’da yaşanan çöp patlaması ile görmüştük. Yer altında bizi bir çok tehlike bekliyor ya da oluşmaya ve olgunlaşmaya devam ediyor…
Her an bir obruk gerçeği ile karşılaşabiliriz. Bunun tek suçlusu elbette var olan iktidar ve yönetim değildir ama önlem alınmazsa ne yazık ki, işlenen cinayette en büyük parmak izi sahibi olarak anılacaktır.
Şehri yönetenler, lütfen toprağın su ve hava alması için mekanlar yaratın, çünkü o canlıdır ve sürekli değişim yaşar. Ekolojik sistemin en önemli ayağıdır, onun üzerini beton ile kaplamayın, nefes alamazsa ölür. Bırakın, şehir biraz tozlu olsun, yağmur yağdığında şehir toprak koksun!

İsmail Cem Özkan

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Harun Karadeniz’den Burhan Karadeniz’e…

Harun Karadeniz’den Burhan Karadeniz’e…

“Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya." Kazım Koyuncu 
Bir Karadenizli olan Kazım koyuncu dillendirdiği bir gerçeği, Karadeniz soyadını taşıyan iki güzel insan ile bağlantı kurduğunu acaba biliyor muydu bilmiyorum ama hiç bir şekilde birbirinin yüzünü görmeyenler aynı duygular içinde birbirini kucaklamış, bir geleneğin devamcıları ve geliştiricileri olmuşlardır. 
Harun Karadeniz kanser hastası olarak aramızdan ayrıldı ama onun kansere giden yolculuğu işkence, zulüm ve 68 tarihidir. Öğrenci lideridir, Amerikan hegemonyasının ülkemizden sökülüp atılması, tam bağımsız Türkiye şiarıdır. Halk için halkla birlikte, imtiyazlı değil, fırsat eşitliği, ortak üretim ortak yaşam, işçi sınıfı ile birlikte aydınlığa inandı. Yoldaşı, dostu Vedat Demircioğlu öldürüldüğünde kavgasının sınıfsız olamayacağını daha güçlü sesle haykırdı. Öğrenci lideriydi, öğrencilerin sınıf ile buluşmasına doğru adımlar atmıştı, doğal olarak onun bu çıkışı, oligarşinin oklarının da ona doğru dönmesini kaçınılmaz kıldı. Tutuklandı, işkence gördü, direndi. 
Direnişi, kaldığı yerlerin kötü koşulları onun kanser hastalığına yakalanmasına neden oldu. O bir kanser hastasıydı ve tedavi olması gerekliydi. Devlet onun tedavisine izin vermedi. Ölümü dört duvar içinde karşılaması için elinden geleni yaptı. Cezaevinde hayatını kaybetti. 
O  bir simgeydi, o bir devrimciyi, o bir liderdi. 
Yaşadıklarını kaleme aldı, düşüncelerini, beklentilerini yazıya döktü. O sadece yaşamakla kalmadı, yaşadıklarını da yazıya alarak tecrübelerini, birikintilerini ve zamanının ruhunu ileriye taşıdı. 
Harun Karadeniz şimdi bir mezarda yatıyor, sessiz. Karacaahmet mezarlığında bir yolun kenarında, önü mezarlık duvarı ile çevrili bir şekilde yatmaktadır. Yolda geçenlerin hiçbir şekilde göremeyeceği bir yerde yatmaktadır. Ancak bilenler bilir, o nerede yattığını.  
Harun Karadeniz ölümü büyük bir kayıptır ve cinayeti devlet işlemiştir. O hastalığa yakaladığında henüz başındayken tedavi için yurtdışına gönderilip tedavisi yapılabilinirdi ama Ruhi Su gibi o da ülke sınırları ve sınırların içinde cezaevi duvarları arasında bırakılarak devlet eli ile cinayet işlenmiştir. Onun ölümü devletin bir tercihidir. O tercihi yapanlar Harun Karadeniz’in ölümüne parmak izlerini bırakmıştır. Katil bellidir. 
Harun Karadeniz anarken yine aynı soyadı taşıyan doksanlı yıllarda tanıdığım naif, temiz yüreği yaralı bir kırlangıç olan dost bir insanı da anmadan geçemeyeceğim. Burhan Karadeniz. Burhan Karadeniz’in kişisel tarihi doksanlı yılların karanlık döneminin tarihidir. 
Burhan Karadeniz bir faili meçhul cinayetinin mağdurudur. Öldürmek için kurşun sıkılmış, ama kurşun bile o güzel insanı dünyadan koparamamış, felçli bırakmıştır. “Gerçeğin pahalı” olduğu bir dönemde, gerçeğin peşinde koşup, gölgede bırakılmak istenen cinayetler, kirli savaşın tüm kirlerini görünür kılmak için canla başla çalıştığı Özgür Gündem Gazetesinin muhabiriydi, ve gazetenin görünmeyen kahramanlarından biriydi. Özgür Gündem Gazetesi doksanlı yıllarda hedef tahtasında yerini almıştır. Merkez bürosu bombalanıyor, çalışanları kurşunlanıyor, gazete dağıtıcısı çocuklar dahil vuruluyor, kaçırılıyor, sessizce bir derede cesetleri bırakıldığı dönemde, Burhan’da hedef olmuştu. 
Onu vuran bellidir, tıpkı Harun Karadeniz’in katilleri gibi açıktadır. 
Yüzlerini dahi saklamıyorlardı, çünkü bir ülke için “kurşun atanda, yiyende şereflidir” dönemini yaşıyorduk. Kurşun atılıyordu, kurşunlardan biri Burhan’a geliyordu, öldü diye bırakılmıştı ama kurtulmuştu. 
Ülkede kirli savaşı adı konulmadan yaşıyordu. Analar çocuklarına kendi dillerinden sevgi sözcükleri bile söylemekten korktukları dönemde, özgürlük için kendi yaşamlarını ortaya koyanlardan biriydi Burhan Karadeniz. 
Burhan, tedavi amaçlı yurtdışına getirildi, uzun bir tedavi süreci yaşarken, memleketinden uzakta, öldürülen arkadaşlarını, meslektaşlarını gördükçe çaresizliği onu içten içe bitiriyordu. O haklı olduğuna inandığı bir kavgada tesadüfen hayatta kalmıştı, uzaktaydı. Tedavi beklenildiği gibi yanıt vermiyordu. Yüreği daralıyordu, sıkıntısını yine kendisi ile aynı dili konuşan, acıları yaşamışlar ile birlikte atlatmaya çalışıyordu. Yalnızdı kalabalık içinde. Farklı bir coğrafyadaydı, kendi kavgasının tam ortasında. Bochum şehrinde tek yaşıyordu, dostları her daim çevresinde onu dinliyor, onu arıyor, onun ile gelecek günlerin ütopyasını konuşuyordu. Arada gidip televizyon için program yapıyor, kavgaya elinden geldiği kadar destek veriyor, kavganın uzaktaki yansımasını daha sert yaşıyordu. 
Bir gün, beklenmeyen bir gün de evinde tekerlikli sandalyeden düşüp ölmüş. Tek başına evinde ölü bulundu.  Onu bir kurşun canını almadı ama kurşunun yaratmış olduğu gelecek hikayesi onu elimizden alıp gitti. Belki aynı soyadı taşıdığı Harun ile bir ortak noktada buluştu. 
Her ikisi de özgürlük hayali kurdu. Her ikisi de yalnız öldüler. Biri dört duvar içinde yurt içinde, ötekisi yurtdışında yine görece özgür olduğu dört duvar içinde… Her ikisinin katili bellidir. Her ikisini de aynı hınç, aynı nefret öldürdü. 
Burhan ve Harun her ikisi dünya güzeli iki insan, her ikisinin de gelecek beklentisi vardı. Her ikisi de özgürlük için öldü. Bir kavga sürdü, bir kavgayı hiçbiri birini görmeden devam ettirdiler, bugün de onların kavgası sürüyor, ta ki özgürlük elde edilene kadar… 
İsmail Cem Özkan


4 Ağustos 2014 Pazartesi

Algı yöntemi ve propaganda

Algı yöntemi ve propaganda

Propagandanın amacı algıları yönetmek, yeni bir gerçeklik yaratmaktır. Propaganda ile toplumlar o şekilde algıları kapatılır ki, neyin doğru olduğunu, ne yaşadıklarını, ne düşündüklerini dahi bilemez konuma gelebilir. Yanı başlarında duvarlar içinde işkence sesleri dünyayı kuşatırken, onların algıları o sesleri algılamaz, kapı altından sızan kanı dahi göremezler. “Terörle Mücadele” adı altında doğal görürler, seslerini dahi çıkarmazlar.
Propaganda yöntemi, televizyon ve sinemanın yayınlaşması ile tek merkezden tek amaç doğrultusunda kısa dönemli çalışmalar olarak hayatımıza girmiştir. Aslında Fransız devrimi ile eğitimin millileştirilmesi ile eğitim yolu ile yapılan propaganda daha sistemli, uzun vadeli olarak insanlık tarihi içinde yerini almıştır.  Fransa anakarasında şivelerin ve diğer dillerin yok edilmesi bu milli eğitim sayesinde olmuştur.
Propaganda iktidarda kalma aracı olurken aynı zamanda iktidara yürüyüş aracıdır da.
Ulusal devletin oluşması ile propaganda sermaye birikimi için gereklilik olarak ortaya çıkarken, ulusal sermaye birikiminin artık gereksiz olduğu günümüzde propaganda sadece küresel olarak tüketimi teşvik eden, üçüncü dünya ülkelerinde diktatörlerin ne kadar demokrat ve iktidar için gerekli olduğunu belirten birer algı yönetimi olarak karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda Büyük Orta Doğu Projesi içinde var olan iktidarların değiştirilmesi ve yeni ılımlı İslam devletlerin oluşumu içinde toplumun kültürel birikimlerini dahi yok sayan yöntemler ile o coğrafyada yaşayanların birer tüketici güruh olarak karşımıza çıkıyor. Bunun ile birlikte bireysel kurtuluşunun; dil öğrenmek ve diploma almak ile özdeşleştirildiği bir süreç bu algı yönteminin ne kadar başarılı olduğunu bize fısıldamaktadır.
Soğuk savaş döneminde istihbarat örgütleri propaganda ve algı yönetimini taşeronlar aracılığı ile başarılı bir şekilde yönetmiş ve dış düşmana karşı NATO ülkelerinde Gladio örgütlenmesini gerçekleştirmiştir. Gladio örgütlenmesi sadece askeri bir örgütlenme olarak düşünmek yanıltıcıdır. Çünkü algı yönetmelerinin içinde sıcak çarpışma (askeri operasyon) yanında psikolojik savaş da önemli yer tutar.  Dışarında gelecek saldırlar ve içeriden dışarıdakine yardım edeceği düşünülen potansiyel düşmanlar ile hiçbir kuralın geçerli olmadığı yöntemler ile savaşılmış, kitlesel katliamlar gerçekleştirmiştir. Kitlesel katliam yapanlar bu ülkenin geleceği için yaptıklarına ve ülke sanrılarını ülke çıkarları için koruduklarına algı yöntemi ile inandırıldılar ve bu inandırılanların sayısı azımsanmayacak kadardır. Bugün dahi katliama katılmış insanların suçluluk duymamasının temelinde bu algı yönetiminin başarısı vardır.  
Gladio örgütlenmesini bir ülkenin başbakanı bile tesadüfen öğreniyor, öğrendikten sonrada suikasta uğruyorsa ve bu olayın üstü örtülebiliniyorsa, propaganda ve algı yönetiminin o ülkede ki başarısını gösterir.
İstihbarat örgütleri algı yönetimi ve propaganda işlerini iyi bilir. Psikolojik savaş teknikleri içinde geçen algı yönetimi aslında toplumun düşünce yapısını değiştirmek ve toplumu meydana getiren bireylere at gözlüğü takmaktır. At gözlüğü takılan bireyler olayları bir bütün olarak görmeyeceği için; her türlü gerçek kavramının izafiyeti içinde yanlış karar alması ve yanlış davranış içinde girmiş olmasını göremez ve yaptığının hep doğru olduğunu düşünür. Algı yönetiminden kesim; neden ve niçin, kimin çıkarına sorularını sormadan tepki verir. Algı yönetimi bir anlamda bireyleri köreltme durumudur... Algıyı yok edip, yeni algılar yaratma durumudur.
Yaşadığımız yakın tarih içinde algılarımız ile o kadar çok oynandı ki, artık neyin doğru, gerçek olduğunu ayıramaz olduk. Tek yönlü yıllardır eğitilen bizlerin elbette duruşuna, içinde bulunduğu kültürel algısına göre doğrular değişir.
Ülkemizin yakın tarihinde adı konmamış savaşın sonucu olan propaganda ve savaş yöntemleri bizlerin algılarını olduğu gibi değiştirmiş, çelişkiler içinde yaşamamızı beraberinde getirmiştir.  Kürt sorunu karşısında nerede duracağını bilemeyen, ulusal çizgi ile eğitilmiş birinin Kürt sorunu karşısında çelişkili tepki vermesini onlarca yıldır verilen propagandanın etkisi olarak okuyabiliriz. Geçmişin ilericilerinin birden gericileşmiş olması bu algı yönteminin başarısını ortaya çıkarmaktadır.
Sorgulama ve yeniden konumlandırmak zorundayız.
Algı yönetimi, propaganda araçları olan iletişim araçları ile yapılmakta ve orantısız bir şekilde kullanılmaya devam edilmektedir. En uzun iktidarda kalma rekorunu kıran bu iktidar döneminde algılar ile sürekli oynanmış, propaganda aracı olarak her türlü yöntem kullanılmaktan çekinilmemiştir.
Algı yönetimini sadece devlet gücü olanların yönettiği bir işlem değildir.
Devlet ile mücadele eden ve belli bir güce erişmiş ve propaganda aracı olan her kurum da kullanabilir ama ne kadar başarılı olabilir konusu tartışmalıdır. Çünkü devlet erkini elinde bulunduranların olanakları elbette diğerlerine göre daha fazladır, o olanaklar içinde gerekirse kendileri için düşman kurumlar kurar ve mücadele edebilir. Amerika FBI teşkilatı 11 Eylül’den sonra İslami kökenli örgüt kurup mücadele ettiği bilgisi gazetelere kadar yansımıştır.
Diyarbakır’da çocuğu dağa çıkmış anaların eylemi bir algı yönetimi olarak karşımıza çıkmaktadır. O algı yönetimini kimler kullanabilir? Çünkü çocuklar ilk defa dağa çıkmıyor, ne oldu da şimdi bu analar eylem yapıyor ve devlet ve yandaş medyada sürekli haber olabiliyorlar, soruları kafanıza geliyorsa orada bir algı yönetimi ile karşılaşırsınız. Algı yönetimi içinde kimler kime karşı kullanır sorusuna sessizce yanıt verilmesine rağmen, nedense kimse bu soruyu yüksek sesli olarak yanıtlamaz.

İsmail Cem Özkan

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Duruş noktasına göre…

Duruş noktasına göre…

Olaylara nasıl baktığını değil, nereden baktığınız önemlidir. Sol, işçi sınıfının çıkarları açısından bakar ve oradan olayları yorumlar. Dinci gruplar ise kendi grup çıkarına göre yorumlar, ırkçılar kendi ırkının çıkarı açısından yorumlar ve her biri kendisine göre doğruları yaratır. Her biri aslında doğruların bir açısını görürler, ama insanlığın çıkarı açsından bakarsanız işçi sınıfının çıkarı ve sınıfı ortadan kaldıran bakış açısı insanlık tarihi için elzem olanı tercih olarak ortaya çıkarır.
Sınıflı bir toplumda yaşıyoruz. Bugün ki yaşadığımız zaman dilimi iki sınıfın bir biri ile kıyasıya mücadelesine şahitlik ediyoruz. Şimdi hakim olan sınıf, işçi sınıfını ortadan kaldıramıyor, çünkü varlık sebebi işçi sınıfının sömürülmesidir. Onu sömürerek yani kanını emerek hayatta kalabilir. İşçi sınıfı olmadan kapitalist sistem olmaz. Ama işçi sınıfının hakim olduğu yerde ne burjuva ne de kapitalist ilişkiye gerek yoktur, zorunluluk değildir. Yani proletarya diktatörlüğü döneminde sınıfı ancak iktidarda olan temsil eder, yani ötenazi (kendi kendini yok edecek) yapacak tek sınıf işçi sınıfıdır.
Irkçı bakış açısı ile dinci bakış açısı birbirine çok yakındır, faşistler dincileri rahatlıkla kendi arka bahçelerinde barındırmalarının sebebi, bu yakın akrabalık ilişkisidir. Nazilerin katliamına onay veren ve soykırım yapmaları için ortam hazırlayan Katolik Roma Kilisesi kadar Almanya içinde örgütlü olan Protestan Kilisesinin rolü tartışılmaz. Aynı konum ülkemiz içinde de geçerlidir. Ülkemiz faşist dönemler yaşamıştır, faşist iktidar dönemlerinde dinci örgütlerin duruşları ve iktidar yanında iktidarın izin verdiği kadar yer almalarının tek kaynağı, olaylara aynı yerden bakıyor olmalarıdır, kısaca çıkarları ortak olmasıdır.
Ülkemizde dinci yapılar içinde hep ötekisi konumunda bulunan Alevilerin durumu daha karmaşıktır, çünkü Osmanlı devamı olan Türkiye, Osmanlıdan aldığı miras gereği Alevileri hep düşman olarak görmüş ve açıktan örgütlenmelerine izin vermemiştir. Türkiye koşullarına uygun laiklik anlayışı ile Alevileri baskı altına alıp, Alevileri devlet eli ile sunileştirme politikasını hep korumuş ve geliştirmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığının tek varlık sebebi suni vatandaşların inanç ihtiyaçlarını gidermek değil, Aleviler ve diğer dini görüştüklerini yok etmek ve asimile ederek toplum içinde erimelerini sağlamaktır. O yüzdendir, devleti yönetenler iki de bir ülkemiz %99 Müslüman’dır diye fetva vermeleri. O söz tesadüfi olarak ortaya atılmış söz değil, hedefin sadece seslendirilmesidir.
Aleviler, solcular ile aynı kaderi paylaştıkları yani ötekileştirildikleri için yan yana gelmiş iki kader ortağı gibidir. Solun Aleviler içinde yaygın olmasının sebebi bir anlamda dayanışma hissiyatıdır, çünkü 12 Eylül öncesi Alevilere ve solculara karşı yapılan katliamlar bu iki farklı bakıştaki insanları yan yana getirmiş ve direniş komitelerinin vazgeçilmezi kılmıştır. Aleviler bugün haklarına kavuşmuş olsalar ve negatif ayrımcılık yerine pozitif ayrımcılığa uğramış olsalar; sol ile tüm bağlarını koparacak ve kendi içlerinde yaşamayı tercih edebilecek potansiyele sahiptir. Hatta bunu zaman zaman sesli olarak ifade ediyorlar, ellerine çıkan ilk fırsatta dinci örgütlerin ve devletin sözde “Alevi Açılım Çalıştay”larına koşmalarının altında bu gerçek yatmaktadır. Aleviler ibadet özgürlüğü ve pozitif ayrımcılık için iki temel hedefi henüz net olarak koymamıştır. Demokratik haklar ve eşit muamele beklentisi içinde siyasi hedefleri çarpık bir konumunda oldukları için ne Aleviler arasında gerçek anlamda yaygınlaşabiliyorlar ne de ‘devrimci’ yapılar içinde. Olayların akışına göre yön belirleyenler, Alevi örgütünü “Madımak Müze Olsun!” sloganına sıkıştıranlar bugün yaşanan Alevi ve devlet ilişkisi içinde çarpıklığın sorumlularıdır.
Sol, Alevileri hep devletin ötekileştirmesi sonucu yanında görmüştür. Doğal müttefiki görmeye devam etmektedir.
Devlet bugün dahi elinde solu ve işçi sınıfını yalnızlaştıracak potansiyele sahiptir ama tercihi henüz bu yalnızlaştırma yönünde değil, Alevileri hala inat ile asimile etme yönündedir.
Sol içi çatışmalar son yıllarda yeniden alevlenmiştir. Bu çatışmanın dolaylı /direkt tek etkilenen kesimi Alevilerdir. Sol, kendi kendine sapladığı hançerden Alevilerde yara almakta ve kendi öz evlatlarını toprağa uğurlamaktadır. Bu çatışmadan etkilenen ve sorgulayan Aleviler devlet ile daha çok yakınlaşmasına ve sistem içinde kendi sorunlarına çare aramaktalar.
Alevilerinde paradigmaları vardır ve o paradigmalar ile olaylara müdahil olmaktalar.
Aleviler tarihsel olarak Kürtlere karşı güvensizdirler. Çünkü bir çok katliam içinde Kürtleri karşılarında Osmanlı idaresinin yanında görmüşlerdir. Bu tarihsel miras gerçeği ve Kürt çoğunluğunun dini inançları Alevileri düşman görmeleri ve “Alevinin bahçesinden bir taş indirmek bile cennetliktir!” anlayışının hakim olması bu güvensizliğin temelini oluşturmaktadır. Bugün ulusal mücadele yapan Kürtlere karşı olan solcu bir yapının içinde Alevi çoğunluğu görmek ve o solcu yapı kendisini Alevilerden aldığı destek ile güçlü görmesi sadece izafi bir yansımadır.
Sınıf temelli mücadele ettiği söyleyenlerin bakış açısında ve duruşunda dinci bakış açısına paralele hiçbir yön yoktur, eğer var gibi görüyorlarsa örgütlenmelerinin feodal ilişkiler içinde olup olmadığını sorgulamalılar.
Bugün Alevi bakışı ile solcuların arasında yazı yazanların yazılarını biraz analiz ederseniz şu gerçek ile karşılaşırsınız; ırkçı bakış açısı! Sınıf yerine sözde demokrasi özlemleri ve ibadet özgürlüğüdür. Irk yerine cemaat almıştır. Cemaat (Alevi) yerine herhangi bir ırkın ismini yazın aynı sonuç ile karşılaşırsınız. Sınıfsız bir dünya özlemi yoktur ve sınıfsız bir dünyayı nasıl gerçekleştirecekleri konusunda hiçbir ipucu bulamazsınız. Sadece ümmet ilişkileri vardır ve ümmet ilişkileri de kapitalist ilişki ile karbon kağıdı kopyasıdır.
Unutmayın, tarih kanlar içinde bir çok şeyi hala saklar.
Kısaca adını andığımız sol içi çatışmalar solun olduğu yerde olur, sağcıların içinde sol içi çatışma olmaz... Sağcıların iç çatışması da solun hakim olduğu yerde olmaz. Bir çok Alevi bugünlerde kızgınlıklarını neden hep bu sol işçi çatışma Alevilerin içinde oluyor sorusu ile dillendiriyorlar. Neden sadece bizim olduğumuz yerde sol içi çatışma olmaktadır? Bunun yanıtı sol ve Alevilerin tercihleri dışında olduğu ötekilerin yani ezilenlerin zorunlu bir arada yaşamasında yer aldığı gerçeği ile karşılaşırız. Bazı mahallerde Aleviler ve solculardan oluşması Alevilerin ve solcuların tercihi ile değil, buna devletin izin verdiği gerçeği ile yüzleşiriz. Devlet o ortamı hazırlamış ve ona göre oralarda yaşamasına izin vermiştir. Elbette her hangi bir faşist idari tercihte o varoşlar adını verilen ama modern söylem ile gettoları birer toplama kampı gibi kullanabilecek potansiyele sahiptir. Bunun örneği dünya tarihi içinde kanlar ile yazılmıştır. Her getto aynı zamanda potansiyel olayların olduğu ve en alttakilerin üzerinde test alanı olma özelliğini de taşır. Toplum mühendisleri genel toplum üzerinde deneme yapmadan ellerindeki tezleri bu bölgelerde denerler ve tepkilere göre yeniden biçimlendirirler. Gazi katliamı ve diğer katliamlar bu bölgelerde olması tesadüfi değildir. Elbette bu gettolar sadece Alevilerin yaşadığı alanlar değildir, geleneksel olarak dinci (potansiyel düşman olarak görünen kesimlerin yaşadığı yerlerde)  yapıların örgütlü olduğu bölgeler içinde geçerlidir.
Kapitalist sistem kendisini yaşatacak ve ayakta tutacak her türlü olasılığı kullanmaktan çekinmez. Toplumsal çelişkilerden yararlanır ve her zaman bir düşman var edecek ve yaşatarak; barış içinde yaşamaya olanak vermeyecektir. Kapitalizm çatışmadan beslenir ve kan ile kendisini geliştirir. İçine girdiği bunalımları, kaotik ve kriz koşullarını savaş ile çözmeye çalışması kapitalizm için bir tercih değil, zorunluluktur.
Osmanlıdan devraldığımız devlet yapısı, tercihleri ile bugün dahi yaşamasının tek sebebi, iktidarı elde bulunduranların çıkarının bu yönde olmasıdır. Elbette iç dinamiklerde her zaman “bir düşman gelirse” korkusu ile kendi yandaşını korkutarak bir arada tutacaktır. Sermaye birikimini yaratan kapitalist ilişki, artık ulusal temelde değil, uluslar arası temelde ilişkiler içinde sadece bir dişli işlevini görürken, kendi iç dünyasında kendi evreninde, hükmettiği toplumun iç çelişkilerinden olabildiğince yararlanmaya devam edecektir. Bu yeni süreçte değişim dış güçlerin çıkarları yönünde ve istekleri doğrultusunda olacaktır. İç dinamiklerden daha çok dış dinamikler ülkenin gelecek tercihini belirler konumundadır.  Elbette solun bu kadar zayıf olduğu ülkeler için geçerlidir.
İsmail Cem Özkan


30 Temmuz 2014 Çarşamba

Tek doğru çatışmayı meydana getirir.

Tek doğru çatışmayı meydana getirir.

Sol kelime anlamı ile dayanışma, özgürlük, barış çağrıştırır. Yani hoşgörü, başkaları ile bir arada yaşama, özgür düşünce ve yaşama hakkını savunur. İlericidir, tutucu olan gelenek ve alışkanlıklara karşı insanlığın kültürüne bir tuğla koyan ve insanlığın ilerlemesi için kafa yoran, destekleyen ve de bilimsel düşünce yöntemini benimsemeyi içinde barındırır.
Dayanışma; farklı inanç, kültür ve düşünce biçimde olanların belli bir amaç için bir araya gelip ortak hedef için yardımlaşmayı ve birlikte iş yapmayı anlatır. Dayanışma geleneğimizde olan imecenin başka bir söylem ve yaşam biçimidir. Geleneksel olanın dışında, yeni yöntemler ve insan onuruna saygılı iletişim biçimini geliştirmesidir.
Özgürlük; sadece emeğin özgürlüğü değil, insanın ve doğanın özgürlüğünü savunur. Özgürlükten solun anladığı liberallerden farklıdır, ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız yağmalasınlar’ yerine farklı olanların bir birilerin alanlarına hükmetmek yerine, birlikte azınlık haklarını koruyan, hakların kişilere göre değişmediği, her bireyi eşit gören bir anlayış içindedir.
Sol için özgürlük; emperyalist ve kapitalist ilişkiler dışında yeniden tanımlanan ve insanın ve doğanın barışık içinde yaşayabileceği yeni bir toplumsal sözleşmesinin en önemli başlığıdır. Özgürlük kavramı içinde bireyin, toplumun geçmiş birikimlerine olduğu gibi sahip çıkan, bu birikimleri daha ileriye taşıyan tüm araçların gerçek anlamda bağımsız olmasını ve bu bağımsız ilişkinin içinde tanımını yeniden yapar. Özgürlük tanımı olmadan sol, sol olarak tanımlanamaz, çünkü kapitalist ilişki her şeyi hükmetmeye ve hükümdarlığı altında köle, kapı kulu yapmasına karşın, üretim ilişkileri içinde bireyin daha çok kendisine ve çevresine zaman ayırmasını sol savunur.
Barış; kavram olarak her kültürün bir arada yaşamasını ve birlikte üretmesini savunur. Barış ortamı ancak ve ancak sol sınıfsız toplumlarda olacağını vurgular. Sol için barış, sınıfların ortadan kalktığı toplumlar için söz konusudur, çünkü kapitalist sistemde ilişkiler savaş ile kendisini değiştirir ve yaşadığı kronik krizden çıkış yolu arar. Sınıfların varlık sebebi, düşmanlık ve nefrettir. Düşmanlık olduğu için devletin varlık sebebi tartışılmaz, çünkü devlet için öncelikle düşman ve nefret söylemini geliştireceği ‘ötekisi’ olmak zorundadır. Bu da potansiyel olarak savaş için ortamı içinde barındırmak anlamına gelir.
Yukarıda kısaca değindiğim noktaları gerçek anlamda özümsemiş ve algılayabilmiş olsaydık, ortada tek doğru kavramına inancımızın olmayacağı gerçeği ile yüzleşmiş olurduk. Bir noktanın düzlemsel ortamda matematiksel 360 derece farklı bakış açısı olduğu, uzayda ise bu bakış açısının milyonları bulacağı gerçeği ile karşı karşıyayız. Kısaca nerede duruyorsanız ona göre doğru kavramı değişir. Marksist bakış açısına göre olaylara nasıl baktığınız önemli değildir, nereden baktığınız önemlidir. Sınıf temeli örgütlenmeyi savunan ve üreten sınıf olarak işçi sınıfının çıkarları açısından olaylara bakarsanız; kapitalistlerin yaratmış olduğu bir çok doğru ve tarih algısı ile çelişkiye düşersiniz. Çünkü sınıfın çıkarı, var olan burjuva çıkarlarının çok dışındadır.  Bugün dahi bir çok emekçi, işçi sınıfının bir parçası olanlar, kendi duruşlarını patronlarının kapısının önünde konumlandıklarında farklı doğruları ve kişisel çıkarlarına göre algılamakta ve yansıtmaktalar. Bugün sol adına siyaset yapan bir çok siyasi yapının tarih algısı işte bu duruş noktasından kaynaklanmaktadır.  Sosyal demokratların tarihsel olarak işçi sınıfına karşı ihanetleri işte bu bakış açısının ve duruş noktasının çıkarsal ilişkilerinde aranmalıdır. Bugün yaşadığımız zaman diliminde kazanılmış hakların teker teker yok edilmesi işte bu sosyal demokrat iktidarların icraatları içindedir. İngiltere, Fransa ve Almanya örneği içinde rahatlıkla tespit edebilirsiniz.
Ülkemizde ise diğer ülkelerdeki soldan farklı bir tarih çizgisine sahip değildir. Her ne kadar üretim ilişkilerimiz içinde sanayinin çok geç gelmesi ile işçi sınıfının tarihsel birikimi diğer ülkelere göre az olsa da bu ülkenin mücadele tarihinde hiç küçümsenemeyecek başarılar da vardır. Ülkemizde işçi sınıfının örgütleri başlangıcı ülke şartlarına göre yer altı örgütlenmesi içinde kendisini ifade etmesi sonucu (belki de) sol için elzem olan ilkeler görmezden gelinmiş ya da şartlar uygun değil diyerek yok sayılmıştır. Bunda elbette Sovyetler Birliğinde ki gelişmeler ve tek ülke sosyalizm anlayışının da etkisi vardır. Sol, ilkleri belli olan ama bazı ilkeleri şartlara göre görmezden gelinerek yapılan örgütlenme girişimleri de elbette bazı hataları içinde barındırmakta ve Lenin’in değimi ile sol hastalık olarak tüm solu sardı, sarmaladı. Başlangıcın çarpık olması sonucu o dönemden gelen çarpık bakış açısını sol olarak yaşamaya devam ediyoruz.
Çarpık ilişkilerin başında tek doğru kavramıdır.
Bizim çarpık sol anlayışımız, mücadele ettiğimiz tek doğru düşüncesinin bire bir kopyası ile sonuçlanmış ve en uç örnekleri yaşantımız içine girmiştir. Tek doğru o kadar ileri gitmiş ki, kendi görüşümüze uygun siyasi organizasyonun yayın organı her şeyi açıklar olarak algılanmış, tartışmalarda o dergide yayınlar referans olarak verilmiştir. 12 Eylül öncesi solun hakim olduğu yerlerde kurtarılmış bölgeler ilan edilmiş, o kurtarılmış bölgelerde diğer sol yapıların örgütlenmesine izin verilmemiştir. Sağ örgütlerin kendilerini ifade etmesi daha özgürce olurken, solcuların bir arada yaşama olasılığı daha düşük ve genelde çatışma ile sonuçlanmıştır. Yaratılan tüm sol örnekler, aslında solun yeniden yorumlanmasıdır. Her yorumlama hep kötüyü işaret etmemiştir, ama kötüler iyi örneklerin üstünü örtmüştür. Sol, algı olarak kısaca hoşgörüsüzdür, çatışmaya yatkındır, krizi yönetemez, en ufak sorunda ayrılma ve çoğu ayrılık durumunda insan yaşamını savunan sol, birden ölümü yüceltmeye ve ölüm üzerine kendisini ifade etmeye başlamıştır. Bu tarihimizin karanlık noktalarıdır. Üzerine de çok düşünülmemiş ve genelde yok sayılmış, ölenlerde kahraman ya da hain olarak sessizce geçiştirilmiştir.
Sol adına savunmasız insanların cezaevinde öldürülmesi, sol adına iç hesaplaşma ve arkasında onlarca ölü bırakması normal sol ilkeler açısından bakarsanız açıklanmaz. En son yapılması gereken eylem biçimlerini en son yerine ilk yapılması ile bir çok birbirinden değerli yetişmiş sol değerin yok olmasını sessizce izlenmiştir.
Çok kısa olan sol tarihimiz içinde sol örgütler arsında çatışmalar, tıpkı iç çatışmalar gibi kanlı olmuştur.
Sol, sol olduğu günden beri iç çatışmalar içinde yoluna devam etmiş ve kriz yönetmeyi becerememiştir. Tek doğrunun olduğu yerde diğerleri doğru değildir ve yanlıştır. Yanlış olanı yok etmek bilimsel mücadeledir! Elbette tek doğru kavramı içinde bakıldığında bu çatışmaların bir anlamı olur.
Birden fazla doğrunun olduğu yerde hoşgörü vardır ve farklı bakış açılarına hoşgörü ile yaklaşım olur. Şimdi tek doğru olan yerde klasik ulus devletinin anlayışını da bulursunuz. Tek millet, tek dil, tek düşünce, tek bayrak, tek tek tek...
Sol, bu tekçi anlayış ile yüzleşmeli ve ne kadar hoş görü içinde olduğunu ve dilindeki diğerlerini dışlayıcı ve de nefret söylemini uzaklaştırmalıdır. Uzaklaştırmadığı sürece kurtarılmış bölgeler ve kurtarılmış bölgede tek başına verilen mücadele onur yürüyüşleri hep olacaktır ama bu sınıf mücadelesi ile ne kadar örtüşür, ne kadar anlamıdır bunu tarih not edecektir.
Bugün yaşanan çatışmaların temelinde anlayış sorunu vardır. Bu çatışmadan nemalanacaklar, özellikle saldıracağı belli olan yere öyle bir eylem konarak çatışma kaçınılmaz olur. Burada yaratılan krizden faydalananlar, o krizi istediği gibi yönlendirenlerdir… sol bu çatışmalar için ortam hazırlamış ve o ortamı algı yönetimini kullanan erk sahibi istediği gibi istediğinde kullanabilir.
Sol kendisini yeniden tanımlayamadığı sürece buna benzer çatışmalar ne yazık ki hep var olacaktır.
İsmail Cem Özkan


25 Temmuz 2014 Cuma

Paralel Sorgu, Tiyatroya Adanmış Hayatlar

Paralel Sorgu, Tiyatroya Adanmış Hayatlar

Tiyatroya gönül vermiş iki insan yan yana gelmiş,; tiyatro sahnesinin üzerinde bulunan tozlara seslerini bırakanlar ile söyleşi yapmışlar. Baştan uyarayım hemen, çünkü bu kitapta soru cevap şeklinde bir söyleşi yazısı yok, böyle bir beklentiye girerseniz yanılırsınız, tam tersi, yazarların gözü ile sohbet ettikleri tiyatro oyuncusu ve yönetmenleri tanıyorsunuz. Sohbet için günler günler beklenmiş, araştırmalar yapılmış, ince ince anılar tazelenmiş ve o anıların izi ile oyuncu / yönetmen ile bir yerde karşı karşıya gelinmiş ve soruyu soranlar (Pınar Çekirge ve Yavuz Pak) kendi kafalarında ki tekste/ araştırmaya uygun bilinmeyenleri, belki de bilinenleri sorumuşlar. Sorular sorulmuş, bol kahkahalar atılmış, zaman zaman gözyaşları dökülmüş, romantik anılar kadar dramatik sahneler yaşanmış ve elinizde tuttuğunuz kitap ortaya çıkmış. Kitabı yazanlar hiç saklamamışlar duygularını, çırılçıplak olarak kelimelerini okuyucusuna sunmuş, okuyucu da kucaklayan bir dil kullanmışlar.
Her soru gönül gözü ile sorulmuş, gönül gözünün bıraktığı kelimeleri kitapta okuyoruz. Pınar Çekirge daha çok romantizm, nostalji atmosferi içinde her baktığı kişiye ayrı ayrı değerler yüklemiş, onlara tiyatro sahnelerinin emekçileri ve değerleri gözü ile bakmakta. Soruyu soran ikinci güzel insan Yavuz Pak, daha çok işin felsefi boyutu içinde, dünya tiyatroları ile özlü sözler ile bağlantı kurup, tiyatronun evrensel bir duruş olduğu, tiyatrocunun da gök kubbe altına ses bırakan ustalar olduğunu düşünmekte ve bu düşüncesini daha çok teori anlamda içsel tartışması ile birlikte oyuncu/ yönetmene yaklaşıyor. O da Çekirge gibi içsel romantizm penceresinden bakarak, konuştuğu kişiye kendi duruşuna göre anlamlar yüklemektedir.
Paralel Sorgu’da kimler var, elbette bütün tiyatro oyuncusu ve yönetmeni ile buluşulmamış, benim bildiğim ileride yayınlanacak kitaplar ile bu tiyatro emekçilerine dokunulmaya devam edileceği yönünde. Hatta bugün sizler bu yazıyı okurken bu iki romantik insan yeni bir söyleşinin içinde olabilir. Evet, sorumuzu tekrarlayalım, bu kitap içinde kimler var? Sıralayayım hemen; Suna Pekuysal, Gazanfer Özcan, Şebnem Köstem, Ferhan Şensoy, Selma Kutluğ, Adile Naşit, Eraslan Sağlam, Oya Palay, Alev Oraloğlu, Tulu Çizgen, Aslıhan Kandemir, Nevra Serezli, Metin Serezli, Ayşe Kökçü, Murat Coşkuner, Haldun Dormen, Sevil Akı, Vildan Gürelman, Zuhal Olcay, Reha Kadak, Nisa Serezli, Ersin Umulu, Hadi Çalman, Deniz Gökçer, Nedim Saban, Jeyan Mahfi Ayral, Şener Şen, Engin Alkan, Aslı Öngören, Hüseyin Köroğlu, Nedret Güvenç.
Bu kitapta dikkatiniz çekecek önemli bir şey kaynakça. Kaynak sohbet edilen kişi, peki kaynakçası nereden çıktı diyebilirsiniz. Hemen söyleyeyim, çünkü kaynak kişi ile sohbet edilmeden kütüphanelere gidilmiş, kitaplar taranmış, sohbet sonrası yine kütüphanelere gidilmiş kitaplar taranmış ve geçmiş ile bağ kurulmuş insanlık birikimin devamlılığı dikkate alınırsa bu taramanın ne kadar gerekli olduğunu farkına varırsınız sanırım. İşin kolayına kaçılmamış, söz söyleyenindir dememişler, sözü söylenin bağlı olduğu birikime de göz atmışlar. Kaynakçalar kısaca ne kadar ince ince düşünüldüğünü, ne kadar araştırma yapıldığını da gösteriyor. Öyle böyle değil, sohbet öncesi ve sonrası iyi bir araştırma ve özen ile seçilen kelimeler ile oluşturulmuş bir kitap. Peki, bu kitabı okuyan ne kazanıyor? Ben kısaca belirteyim, bu kitabı okuyan sanatçıları tanımıyor, aksine onların içinde bulunduğu atmosferi ve o atmosferin içinde bireyin rolünü tarih çizgisi içindeki anlamını yakalıyorsunuz. Çekirge ve Pak bu çizgiye çok dikkat etmişler. Sanatçıyı sanatçı yapan içinde yaşadığı zaman çizgisidir ve o çizginin koşulları içinde bir anlam yükleyebilirsiniz. Sanatçı sadece bulunduğu zamanın değerlerini taşımaz geçmişin birikimini de üzerinde taşır. O yüzden Pak, özellikle bu birikime göndermeler yapıyor ve o göndermeler içinde sohbet edilen kişinin sözlerine atıflar ve anlamlar yüklüyor. Her söz aslında daha önce söylenmiştir ama yeni söz geçmişte söylenen sözün üzerine bir kelime daha katkıdır, o sözün üzerine kelime katkısı sunanın alçak gönüllüğüne şahitlik ediyorsunuz.
Şimdi diyeceksiniz ki, Çekirge ve Pak’ın kelimelerini iç içe geçmiş pasajlar içinde nasıl ayırıyorsun. Efendim, onu da ben bileyim biraz, övünmek gibi olmasın bu iki güzel insanın yıllarca yazısını okumuş biri olarak.  Aslında kitabı okurken bu kelimelerin ayrımına şahitlik edeceksiniz, nerede Çekirge sözü almış, nerede Pak sözü tamamlamış anlıyorsunuz. Çok hoş paslaşma var. Her yazarın kendisine ait söylem biçimleri vardır, birisi daha yuvarlak cümle kurarken, ötekinde daha keskin cümlelere şahitlik ederseniz. Eğer bulamıyorsanız sesli okuyun, ses ve müziksel ritim size bu ayrıntıyı verecektir.
Paralel Sorgu, sizin baştan mahkemelerde yapılan sorguyu çağrıştırdığını biliyorum ama o yöntem ile bu yöntem arasında uçurum olduğunu kitabı elinize aldığınıza hissedeceksiniz. Bu iki güzel insanın romantizm ve gerçeklik arasında yakalamış olduğu öykü tadında sohbetleri pardon sorguyu okurken sizleri de bir yere alıp götürecek ve tiyatronun yaşamış olduğu bu karanlık sürecinde; sıkıntıları, eziklikleri ve bunlara karşı bireyin duruşunu da hissedeceksiniz. Sonuçta oyuncu da bu ülkenin içinde yaşayan ve sorunlar ile mücadele eden bireydir. Tarih çizgisi içinde her şey bir biri ile ilintilidir, ben her şeyden kopup fanus içinde sanatımı yapacağım diye bir şey yoktur. Bu toplumsal çalkantıların bireye yansıması ve tiyatro duvarında yansımasını hissedeceğiniz hoş bir çalışma. Kısaca okuyun ve kazanacağınız bir birikim olacaktır.
İsmail Cem Özkan

Paralel Sorgu, Tiyatroya Adanmış Hayatlar
Pınar Çekirge, Yavuz Pak

Opus Yayınları, İstanbul, 2014

20 Temmuz 2014 Pazar

TKP ve Marksizm

TKP ve Marksizm

Sait Almış ve Mehmet İnanç Turan baş başa vermiş ve TKP üzerine bir kitap yazmışlar. Elbette hangi TKP dediğinizi duyar gibiyim, elbette iki kongreyi aynı anda yapan siyaset tarihinde bir ilki başaran son TKP ya da öteki adı ile TKP – Gelenek. Neden “Gelenek”, çünkü TKP resmi teori dergisi olmasından ötürü. Yoksa bizim tarihimizde TKP o kadar çok ki, kimin ne zaman kurduğunu bile karıştırabilirsiniz, çünkü devletin kurduğu TKP bile bu ülkede siyasi yaşamda kısa da olsa var oldu. Yine yeraltında yaşayan TKP aynı anda iki tane bile olabilmiş, ayrı ayrı kongreler toplantılar yapmış ama büyük birader Sovyetlerin müdahalesi ile “korsan” kurulan TKP’nin feshi ve o toplantıya katılanların ağır mahkumiyet almaları ile sonuçlanmış tarih izlerini dahi bulabilirsiniz…  TKP tarihi süreklilik arz etmiş ama tek bir ideoloji ve doğru çizgi takip etmemiş, bunda da elbette Sovyetlerin çıkarları söz konusu olmuş. Bir anlamda TKP çizgisi Sovyetlerin ülkemizde bir lobi faaliyeti ya da başka söylem ile gönüllü konsolosluk yapmıştır. Bunun suçu ya da sorumluluğu TKP’eye tek başına ait değildir, çünkü “Tek Ülkede Sosyalizm” anlayışının ve verilmiş perspektifin sonucudur. Onlar sadece üzerlerine düşen görevi layığı ile yerine getirmeye çalışmışlardır. Parti disiplini içinde olaylara bakmışlar, değişen iktidara göre birbirine zıt kararlar dahi alabilmişlerdir.
Elimizde ki kitapta Almış ve Turan başa başa vermiş TKP’yı konu alarak Stalinizm ile yüzleşmeye girmişler. Kitap, TKP eleştirisi gibi okuyorsunuz ama aslında kitabın arka öyküsü Stalinizm ve onun yaratmış olduğu teori kopuş ve Sovyetlerin yenilgisini anlama çabasıdır. Baştan yazayım, her iki yazar TKP’yi; oportünist, Stalinist, yurtsever, Kürt sorunu karşısında devletçi, küçük burjuva partisi ve çelişkiler içinde olan bir parti olarak tanımlıyor. Bu tanımlamalar ile zaten baştan tartışmayı noktalıyorlar, cevap dahi beklemiyorlar.
Yazarlar kendilerini TKP – Gelenek tüzüğünde olduğu gibi sosyalist devrim inancı içindeler. O perspektiften baktıklarını açıklıyorlar. Ama sosyalist kavramını Stalin gibi bakmadıklarını, devrim sürekli ve her ülkede olduktan sonra sosyalizm geleceği inanıcını taşıyorlar. Yani Stalin’in yaptığı gibi “tamam devrim bu ülkede oldu önce bunu yaşatalım, daha sonra duruma göre bakarız” demiyorlar, çünkü Stalin’in bu bakışı İspanya’da gerçekleşme ihtimali yüksek olan devrimi yok ettiği tezi üzerinden eleştiriyorlar. Sırf Sovyet devrimi yaşasın diye Hitler’in cinayetlerine dolaylı ortak olduğu vurgusunu yapıyorlar. Stalin iktidarı aldıktan sonra öncelikle kendisine rakip gördüğü tüm yoldaşlarını göstermelik mahkeme kararları ile sürdüğünü, öldürdüğü ve bu sayede devrimin önemli birikimini yok ettiği vurgusunu yapmaktalar. Kısaca bugün sosyalist dünyada yaşanan kafa karışıklıkların, Marks ve Lenin’in devrim, sosyalizm bakış açısını ters yüz ettiği için “Stalin suçludur” ve onun ile hesaplaşmak gerektiği üzerinden yaklaşıyorlar.
Kitap ağırlıkla Kemal Okuyan, Aydemir Güler ve Metin Çulhaoğlu yazıları üzerinden eleştiriyor. Onların çelişkilerini, Stalinist bakış açısı taşıdıklarını aldıkları cümleler ile kanıtlamaya girişiyor ve eleştiriyorlar. Marksizm açısından ve ideal olan teoriler ile böyle olmalıdır diyorlar. Kısaca kitap, kendi duruşları noktasından TKP’ye bakışı ve Stalinizm ile yüzleşme devam etmişler.
Bu kitap içinde TKP tarihini bulamazsınız, sadece teorik olarak ideoloji eleştirisi ve kendi duruşlarına göre sosyalizm bakış açısını bulabilirsiniz. Her kitap bir anlamda yararlıdır, çünkü sizin duruş noktanızdan göremeyeceğiniz ayrıntıları göstermesi açısından. Vakti olanlar Stalin’ine eleştirel bakış konusunda bilgi birikimini geliştirmek için faydalı kitaptır, okuyun derim.
İsmail Cem Özkan

Sait Alamış, Mehmet İnanç Turan
Türkiye Komünist Partisi ve Marksizm

Etki Yayınevi, İzmir 2014

18 Temmuz 2014 Cuma

Yeryüzüne savaş düştü!

Yeryüzüne savaş düştü!

Savaş çığlıkları yeryüzünü yine doldurmaya başladı. Savaştan çıkarı olanlar, ekonomik kriz var diye kasalarını dolduranlardır. Her savaş yeni zenginleri ve yeni refah düzeyini artırması anlamına gelir ama savaşın olduğu coğrafyalarda tersi söz konusudur. Savaşın olduğu topraklarda insanlık tarihinin tüm birikimlerinin yok olması anlamına gelir. Sadece insanlar ölmez, insanlığın birikimi, geleceği de yok olur.
Savaşın ahlakı yoktur, o kocaman bir yalandır.
Savaş olan yerde hiçbir kural söz konusu değildir, binlerce yıldır savaşan insanlık savaşın kurallarını kağıt üzerine yazmıştır, ama her savaş insanlık suçunun cömertçe işlendiği zamanı temsil eder, savaşta kaybeden insanlık mahkemesinde yargılanır ve mahkum edilir, kazanan kahraman olarak tarih kitaplarında yerlerini alırlar. Savaşta ortaçağ şövalyelerin ahlakı yoktur, zaten onlarda ahlaksızdı. Kuralları koymuşlar ama sonunda ölüm olan çatışmalarda hiçbir kuralı uygulamamışlardır, elbette romantik ortaçağ filmleri dışında. Diri diri insan derisini yüzmek o döneminin ahlakı içindeydi ve bu deri yüzmenin dünya üzerinde bir coğrafi alanı yoktu. Batıda insan yüzerlerken, Osmanlı da insan yüzdü. Osmanlı topraklarında derisi yüzülen şairler, köylü ayaklanmasını yapan “yarın yanağından gayrı, her yerde hep beraber” diyen ‘Dede Sultan’ da vardır.
Savaşın ahlakı yoktur, o kocaman bir yalandır. Ahlakı diye düşünüyorsanız bana bir tane kurallara uyulmuş savaş gösterin. Yoktur, olamaz da. Vietnam Savaşı da tarihin en kirli savaşıdır, Yugoslavya’nın parçalanmasını sağlayan iç çatışmada.  Türkiye kurulduğu günden bu yana Kürtlere karşı yapılan seferler de, adı konmamış savaşlar da kirlidir. Yakın tarihimiz ve hala yaşanan sonuçları ile savaş kirlidir ve kuralı yoktur.
Savaşa karşı öyle duygusal tepkiler ile karşı olunmaz...
Savaşta çocuk ölür, sadece çocuklar ölüyor diye savaşı kınayanları “normal olarak” görmüyorum, çünkü “savaşta sadece çocuklar ölmesin” demek ne demek; “ey bilim adamları çocukları öldürmeyen silah yapın, anasını, genci, yaşlısını, babasını öldürün” demek değil mi? Savaş öldürür, hem de önüne geleni yok eder. İnsanlığın birikimini yok eder, geleceği yok eder. Savaşa karşı olmak demek, çocuklar ölmesin demek değildir. Çocuk fotoğrafı koyup savaşa hayır demek değildir.
Savaşa ya karşısın ya da savaştan çıkarın olduğu için ticaretini yaparsın, ama bunlardan birisi değilsen başını kuma gömmüş bir devekuşusun demektir. Savaştan kaçarı yoktur, sen her ne kadar savaş ile ilgilenmezsen de savaş senin ile direkt ya da dolaylı olarak ilgilenir. Ya canını alır ya da canın ile bütün birikimlerini, ülkeni, gelecek hayallerini de alır götürür. Savaş; cinsel taciz, tecavüz, organ nakli, çocuk ticareti, kadın, erkek ticareti, yaşı erişkin olmayan çocukların geleceği için satıldığı bir zaman dilimine dönderir. 
İki bloklu dünyadan Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinde yerini aldığı günden beri üçüncü dünya savaşı olmasından daha beter savaşlar dünyanın her yerinde olmaya devam ediyor. Dünya savaşı denmemesinin tek nedeni bloklar halinde savaşılıyor olmamasından kaynaklanıyor. Afrika kıtasında savaş değmemiş bir ülke kalmamıştır sanırım, Ortadoğu sürekli savaş halinde. Avrupa kıtası son yılların en büyük katliamına ev sahipliği yaptı, Asya iç çatışmalar ve Afganistan işgali çokuluslu hale aldı. Hindistan ve Pakistan sınırında yer alan halka karşı savaş halinde. Doğu bloğundan bağımsız olan devletler iç savaştan henüz çıkamamış, barış görüşmeleri dahi yapılmadan parçalı yaşamaya devam ediyor. Dünyanın her coğrafyasında savaş sürüyor ama hala adına üçüncü dünya savaşı diyemiyoruz.
Kapitalizm kendisini, savaş bütçesi ile krizden kurtarmaya çalışıyor.
Ortadoğu işgaller, sınır çatışması derken “Arap Baharı” adı verilen domino taşı etkisi ile ülkenin kader çizgisi kırıldı ve yeni süreç iç çatışma ve sınırları kağıt üzerinden de silen savaşlara sahne oluyor.
Son günlerde yeniden alevlenen İsrail - Hamas savaşına tepki konurken; “katil İsrail devleti” demek bana göre devlet kavramını bilmemek anlamına gelir. Devlet her daim katildir ve kurbanları her daim suçludur. Bu evrensel bir yasadır... Devletin olduğu yerde doğa, insanlar ve diğer canlılar ölür... İsrail, Gazze’ye kara harekatı yapıyorsa ona bu olanağı veren ve ortam hazırlayanlar da vardır ve suç tetiği çeken kadar o tetik çekmek için ortam hazırlayandır. Yani cinayet ortaktır ve tek taraflı protesto edilemez...
Savaş, kısaca ahlaksız ve kuralsızdır. Ahlaksız olanlar savaşı savunur.

İsmail Cem Özkan 

11 Temmuz 2014 Cuma

Fatsa Nokta Operasyonu ve Kemal Türkler suikastı

Fatsa Nokta Operasyonu ve Kemal Türkler suikastı

12 Eylül öncesi, generaller darbe hazırlıklarını tamamlamışlar, gün sayıyorlar. Bu arada bazı testler uyguluyorlar, darbe sonrası bize kimler direnebilir diye... o dönemde en çok dikkati çeken iki örgüt vardır, Devrimci Yol ve sendikalar içinde örgütlü olan TKP. Bu iki örgütün gücünü test edilerek, diğer örgütler ve yapılar içinde tahmini değerlendirmeler yapılabilecek veriler sunacaktır. Devrimci Yol örgütünün gücünü en güçlü olduğu yere bakanlar kurulu kararı ile ‘Nokta Operasyonu’ adı altında Fatsa bir sabah vakti kuşatılıyor.
Fatsa, 11 Temmuz 1980 sabah erken saatlerinde polis, asker ve sivil faşistlerin katılımı ile operasyona gözlerini açtı. O operasyonun gelişi daha önceden belliydi, çünkü yasalara uygun yapılmak adına kararlar alınmış, o kararlara uygun düzenlemeler yapılmış, 8 Temmuz günü operasyon öncesi dönemin genelkurmay başkanı Kenan Evren Fatsa’ya gitmiş, birlikleri denetlemiştir. Fatsa, Çorum olayları sonrası hedeftir, o hedef Kenan Evren daha sonra konuşmalarında böbürlenerek açık hava ve medya karşısında açıklamıştır.
Fatsa, 12 Eylül Faşist Darbesine giden en önemli kırılma noktasıdır, çünkü dönemim darbe hazırlayıcıları nasıl bir direniş ile karşılaşacaklarını zaman zaman test etmekte, kendilerinin bilgileri ile değişik yerlerde olaylar çıkarılmakta ve tepkiler ölçülmektedir. Fatsa dönemin en önemli ve gelişmiş örgütü olarak görülen Devrimci Yol’un gücünün test edildiği önemli bir noktadır. Zaten operasyona adını veren nokta aslında 12’den vuruşu temsil etmekte ve hedefe direk bir atıştır. Orada yaşanması ihtimal direniş, tarihin akışını değiştirecek boyuttadır, çünkü direniş, tahmin edilen örgütsel yapının da gücünü ortaya koyacaktır. Ve beklenen direniş orada direniş gerçeklemeyince dönemin başbakanı Demirel, yeniden gücünü ele geçirmiş krallar gibi böbürlenerek yukarıdan konuşmalar yapmış, hatta operasyonu yetersiz görmüş, kökünü kazıyın anlamına gelen sözler edivermiştir. Aynı zaman dilimine gelen Çorum’u bırak Fatsa’ya bak diyerek, Çorum içinde gerçekleşen katliamın da üstünü örten bir gündem değiştirme siyaseti de gütmüştür. Ama Demirel uzak görüşlü değildir, çünkü orada askerler kendileri için gerekli verileri almış ve test amacına ulaşmıştır. Demirel’in sözünü dinleyecek olurlarsa darbe için bir neden ortadan kalmış olacaktır.
Ve Devrimci Yol Fatsa’da gerekli direnişi gösteremeyerek bir anlamda orada yeniliyor, gerektiği gibi direniş gösteremeden Fatsa’dan çekiliyor, çekilmeyenler ise yine Fatsalı faşistler ile polisler, askerler eşliğinde ev tespiti yapılıp evlerden alınıp işkence tezgahlarına alınıyorlar... Devrimci yol benim bakış açıma göre esas yenilgisini o gün yaşamıştır, 12 Eylül sadece malumun ilanı oluyor...
Buna benzer bir test TKP’ye Kemal Türkler üzerinden yapılacaktır. Çünkü önemli bir sendika lideridir. Önemli bir isimdir ve sıradan biri değildir, itibar sahibidir, ona yapılacak her türlü girişim, hem TKP’ye karşı hem de işçi sınıfına yapılmış hareket olarak algılanacaktır.  Darbeciler, sol ve solun yasal zeminde çalışanları bir solcudan daha iyi bilmektedir. Kime ne yapılacağını, kimin hedefe alınacağını bilecek kadar istihbarat bilgileri ellerinde vardır. Darbe için kimlere eylem yapmaları için ortam hazırlanacağını, kimlerin hangi eylemde nasıl bir tepki vereceğini önceden bilmekteler ve gerekli gördüklerinde tepki verecekleri ortamlar hazırlayıp, o tepkilerin verilmesini beklemekteler. Darbeciler örgütlüdür ve örgüt olmanın gereği, istihbarat ağına sahiptirler, lojistik sorunları yoktur, paraları vardır, toplumu etkileyecek gladio (kontrgerilla) emirleri altındadır.
O dönemde TKP gibi güçlü, yaygın bir örgütün gücü, öyle bir insana karşı bir operasyon yapılmalıdır ki, TKP gerçek gücü ortaya çıksın. Yaygın olarak kabul edilen ve olduğu farz edilen örgütlü güze sahipler mi, yoksa bir balon gibi bir olayda patlayıp yok olacak tepki mi verecekler.
Kemal Türkler işte bu 12 Eylül giden yolda ikinci kırılma noktasıdır. 22 Temmuz 1980 günü evinin önünde vurularak öldürülür. Planlı, sistemli bir şekilde yapılan işlemdir. Beklenildiği gibi TKP gücünü bu cinayet sonrası ortaya koyamaz ve genel grev gibi bir tepki ile cinayete karşı tepkisini ortaya koyamaz. Beklenenin altında bir tepki ortaya çıkar, duvarlar yazılır, dergi sayfalarında duygular ifade edilir ama sokaklar sanıldığından ve olağan giden cinayetlerden öte bir tepkiyi ortaya çıkarmaz.
Türkler bir cinayete kurban gitmiş gibi gösteriliyor, kontrgerilla kontrolünde esas suçlular hiç bir zaman açığa çıkmayacak cinayetin bir öznesi oluveriyor. Ama ileri ki zamanda biliyoruz ki, bu cinayet 12 Eylül’ün son dönemecini işaret etmektedir. Cinayetin üstü 12 Eylül örtmüştür. Kemal Türkler ölümünden sonra TKP ne yapacak diye beklendi, ama beklenen ne grev oldu, ne sokak çatışmaları. 12 Eylül günü TKP ve onun etkilediği sendika liderleri cezaevi kapısına dizilip tutuklanma sırası yapmaları tesadüfi değildir, bekleneni yapmışlardır. TKP Kemal Türkler öldürülmesi ile tıpkı 11 Temmuz’da Devrimci Yol’un yenilgisi gibidir, sonuçta yenilmiştir.
Sol, 12 Eylül’de yenildi sanılır ama yukarıdaki bakış açıma göre çok daha önce yenilmiş, ve gelmekte olan darbeye karşı örgütlenememiş, halkı örgütleyememiştir. Yenilginin bir anlamda 12 Eylül ile ilişkisi yoktur.
Generaller testlerden elde ettikleri veriler ile darbe yapmış, darbenin ilk günlerinde önceden planladıkları her ne ise planlı ve sistemli olarak hayata geçirmişlerdir. Her türlü direnişi yok sayma ve işkence tezgahlarını ülkenin her yerine yayarak olması olası tüm direniş alanlarını korku ile yok etmiştir. Darbe uzun sürede planlanmış, alt yapısı en ince detaya göre planlanmış ve 12 Eylül sabahı hayata geçmiştir. Bu darbenin tek kahramanı askerler gibi görülse de bu planların pentagon’da yapıldığı ve “bizim çocuklar başardı!” diyerek kadehlerin kalktığını anılardan biliyoruz. 12 Eylül günü yaşanan kırılma aslında daha önceden planlanarak yapılmış ve direniş gösterebilecek tüm güçlerin gücü test edilmiştir. 12 Eylül ülkede alışagelmiş tarih çizgisinin ortadan kaldırılması ve ülkeyi Ortadoğu ülkesi haline götüren sürecin de başlangıcı sayılır. Ülke yeni ekonomik ve siyasi tercihleri bugün yaşadığımız olayları doğurmuştur ve bu kırılmanın sonucu ve tercihi artık bize olağan gelir konumundadır.
Sol, hep övünür, bizler 12 Eylül geldiğini önceden bildik, bazı örgütler kadrolarının bir bölümünü yurtdışına çıkarmış ama yenilgiden kurtulamamıştır. Devrimci örgütler devamlılık gösterememiş ve yeniden toplanmaları 12 Eylül öncesi gibi örgütlü hale gelmeleri imkansız hale gelmiş, her toplanma girişimi yeni dağılma ile sonuçlanmıştır.
Olayların sonuçlarından duruş noktama göre çıkardıklarım böyle, elbette her kişi duruş noktasına göre tarihi yeniden değerlendirebilir. Belki benim görmediğim başka gerçekler vardır, onları da o olaylar sırasında yaşayanlar açıklasınlar ki, bizden karşılaştırmalı olarak tarih bilgimizi düzenleyelim.

İsmail Cem Özkan

6 Temmuz 2014 Pazar

Önce güvenlik!

Önce güvenlik!

Madenlerin girişinde yazılıdır; "önce güvenlik" ... Tıpkı bizim sol örgütler gibidir madenler, güvenlik vurgusu yapılır ama hiç bir şekilde güvenlik önemli alınmaz, bir birine benzer cinayetleri yaşarlar ve hep suçlu karşı taraf olur. Bu kadar cinayet, bu kadar ölümlerden hala ders çıkarılmamış ki, aynı hatalar ve aynı boş vermişlik sürüp gidiyor.
Yakın tarihimiz içinde bir çok ölüm oldu ve zamanı geldiğinde anma toplantıları yapıyor, belleğimizde o yaşananları tazeliyoruz, neden, çünkü unutmamak ve ders çıkarmak için. Fakat bugün dahi o olaylardan ders çıkamadığımızı el yordamı ile yol almamızdan bellidir. Hala denenmemiş bir şey var mı, deneyelim, yeni birliktelikler, cepheler kuralım arayışları devam ediyor.
Sol kendi içinde ve dışında oluşmuş olan kriz yönetimini yönetememektedir.
Kriz yöntemini başarılı bir şekilde yürütüyor olsalardı, bugün birbirinden küçük örgütler olmaz, birbirine çelme takmak için fırsat kollayan taraftarlar olmazdı. En ufak bir eylemde pankartını alıp en önde yürümek ve fotoğraf çekmek için birbiri ile kavga eder konumda olmazdı.
Maden girişlerine tabela asmak sorun değil, öncelikle o tabelada yazılı olanı gerçekleştirmek için mücadele etmek gereklidir. Güvenlik önemli alınmayan, kurtarma odası olmayan madende; örgütlü olan işçileri çalıştırmamak için mücadele etmek gereklidir. Maden kazası adı altında cinayet işlenmeden kavga verilmelidir, sonra cinayet işlendiğinde suçu karşıda aramaya devam edebilir ama örgütlü yapılar üstüne düşeni bir yerine getirmek zorundadır.
İş yerlerinde iş cinayetlerini durdurun demek kolay ama iş yerlerinde iş güvenliği için işveren ile kıyasıya mücadele etmek işçi sınıfının örgütlü yapılarının görevidir. Orada tek başına ve bireye özgü güvenlik olmaz, güvenlik her çalışanı kapsar ve onların sağlıklı çalışma için ortam yaratılması ile sonuçlanır.  Sendikalar, iş yerinin güvenliği ve sağlığı için mücadele işini yasalara ve kararnamelere bırakmış gibidir, bunların yetersiz olduğu yaşanan cinayetlerden bellidir.
Sol yaşama hakkı için mücadele eder... Her şeyin üstündedir yaşama hakkı. ‘İşkenceyi durdurun!’ derken bile yaşama hakkına sahip çıkılır, ‘savaşı durdurun!’, ‘savaşa hayır!’ derken temelde yaşama hakkıdır, ‘iş cinayetleri unutulmayacak!’ derken bile yaşama hakkına vurgu yapılır... Ama bu kadar vurgu yapılırken nedense güvenlik önlemi alınmaz...
Sol kadere inanmaz...
Mücadele alanlarında nedense güvenlik eksiliği mevcuttur, oraya gelen her şeyi göze alarak gelmiştir, tüm saldırılara açık olarak, yaşama hakkını hiçe sayarak...
Örgüt olmak demek, kendi kitlesinin yaşama hakkını en üst seviyede korumasını bilen ve her türlü olasılığı düşünüp ona göre önlem almasını bilmektir...
Olay olduktan sonra çözüm aramak ve başkasının yardımına muhtaç olmak örgütsüz olmak ve bireysellik anlamına gelir...
Örgüt vurgusu bol olan bir yazı oldu ama örgütsüz toplum parçalanmaya ve her türlü yaşama hakkı yok sayılmaya devam eder. Bugün her birimiz sadece mücadele alanında değil, karayoluna çıktığımız ama güvenlik sorunu ile karşı karşıyayız, çünkü freni patlamış bir araç hiç beklemediğimiz an üzerimizde olabilir. Örgütlü olan bireyler işte devlet denen mekanizmaya sadece temsil ettiği kitlenin çıkarını savunmayı değil, halkın çıkarını savunacak güvenlik önlemleri almaya da zorlar. Arabanın frenin patlaması bir maden kapısında yazılı olan “önce güvenlik” sözünün yok sayıldığını kanıtıdır. O araç o halde trafiğe çıkıyorsa, orada bir suistimal ve güven zafiyetinin kanıtıdır ve bunu kontrol etmek ancak örgütlü yapıların denetimi ile olur. Bugün araçların güvenliğini bile bir Alman kurumuna (TÜV) bırakıyorsak, bu ülkede ne kadar örgütsüz ve kaderi ile baş başa bırakılmış bir kitle ile yüz yüze olduğumuz gerçeği ile karşılaşırız… Elbette sadece karayolları ile değil, her alanda güvenlik eksiliği söz konusudur.
Sol, öncelikle örgütlü toplum yaratmak için uğraşmalıdır. Yaşamın her alanını kucaklayacak şekilde denetim mekanizması kurmalı ve onun içinde yapılanmalıdır. Sadece politik hedefler ile devrim olsun sonrasına bakarız mantığı ile yapılan her iş başarısızlığı ve devrim sonrası yaşanacak kaos ortamına yapılan bir yatırımdır.
Yaşama hakkı için önce güvenlik!
Güvenlik içinde öncelikle örgütlü toplum yaratmaktan geçiyor.
Örgütlü toplum, karşılaştığı sorunlar karşısında kriz yönetmesini ve kriz koşullarında nasıl davranmasını bilir, ona göre esneme gösterebilir.
Bugün yaşadığımız solun dağınık hali, solun krizi yönetemediğinin bir kanıdır. Krizleri yönetmesini bilmiş olsaydı, bugünlerde yaşanan bir siyasi partinin iki ayrı kongresi olmazdı.
Krizleri yönetmiş olsaydı, 12 eylül öncesi siyasi yapılar ile direk bağlarını korumuş ve devamlılık esasını sözde değil, yaşamın her alanında göstermiş olurdu.
Bugün dahi sol, eski gücüne ulaşamıyorsa, kriz yönetmediği ve eski üyelerinin eteğinde birikmiş taşları yok edemediği içindir.
Hala her şeyi ben bilirim, her şeyi bir dergi sayfaları açıklarım ve tek doğru mantığı ile hayata baktıkları için başarılı olamamışlardır.
Sol örgütler her şeyi bilmiş olsalardı ne dine, ne de bilme ihtiyaç olurdu.
Sol, koşullara göre değişen, dinamik yapısını geliştiren, fırsat eşitliği ilkesini savunan, yaşama hakkının temeline alan bir ideolojinin üründür, aksi halde mücadele ettiği kesmin kopyası olur ve kopya aslının yerini hiçbir zaman alamaz.
Sol iktidar mücadelesi yapmak istiyorsa, mücadele ettiği kesimi kopya etmekten vazgeçip, kendi önceliklerini ve sınıf mücadelesini öne almak zorundadır…
Yaşama hakkını sol savunur, o yüzden hemen şimdi barış demek için sesini yükseltir.
İsmail Cem Özkan 

15 Haziran 2014 Pazar

Katiline aşk olmak!

Katiline aşk olmak!

İnsanlık tarihinin en korkunç buluşu bayraktır, çünkü elinde bayrak taşıyan biri potansiyel olarak katildir. Çünkü onun için ölecek ya da öldürecektir. Bayrak ile ölüm kelimeleri özdeşleşmiştir, çünkü bayrağı bayrak yapan üzerinde ki sözde kandır!
Bayrak sınır çekmek demektir, bu bayrağın asılı olduğu yer benimdir! O benim olanı/ alanı korumak için her şeyi göze alırım, onun için en değerli şey olan yaşama hakkını bile ortadan kaldırırım demektir. 
Bayrak sıradan bir bez konumundayken birden kutsallaşması ve o kutsallık atfedilen şey için ölmek ve öldürmek adına insanlık değerlerini ayakaltında almak ve savaş demektir. Savaş, insanlığı yaratmış olduğu değerleri yok etmek ve talan anlamına gelir. 
Bayrak, cinayeti devlet adına işlemek ve yasal bir görev haline getirmektir.
Bayrak, erk sahibini temsil eder.
Bayrak, devletleri sembolize eder, halkları değil.
Bayrak taşıyan biri temsil ettiğini söylediği halk adına cinayet işlemek ve onun adına (Mahkemeler ve olağanüstü koşullara uygun kurumlar adına) insanı darağacına, ölüm mangaların eline vermek anlamına gelir.
Bayraksız devlet olmaz, bayraksız halk olur!
Bayrak halkı temsil ediyor sözü koca bir yalandan ibarettir.
Devletin güçlü olduğu zamanlarda bayrak sembolü çatışan kesimler için o kadar önemli değildir, karşısındakini küçük görmek ve göstermek için başka semboller seçilir. Ama var olma ve yok olma sürecinde ise bayrak sembolü önem kazanır, birileri gökyüzüne çekmek için uğraşırken, ötekisi ayakaltına almaya çalışır. 
Kısaca bayarak sadece bir semboldür, o sembol ortadan kalktığında yeni sembol yerini alır. Tarih, bayrakların çöplüğü konumundadır.
Bir ülkede bayrak konusunda hassasiyet baş göstermişse, o ülkede parçalanma ve yok olma korkusunun bürokratik idareciler tarafından hissedilmesi ile ilgilidir. Bürokrat idareciler var olan alışkanlıklarının ve kazanılmış haklarının yok olmaması için toplumu bir arada tutan (daha doğrusu devleti) değerlere sarılmaya başlar. Kutsal mekanlar, kutsal semboller üzerinden bu dönemde provokasyonlar ve çatışan kesimler arasında düşmanlığın daha fazla körüklenmesine önem verilir. Devleti elinde bulunduranlar ellerinde ki gücü karşısındaki yok etmek için ya da bastırmak için acımasızca kullanır. 
Bayrak, halkı değil, devleti ve sistemi temsil eder. Devlet, halk adına karar verir ama halkın çıkarından çok sermayenin çıkarını savunur. Ya da daha geniş düşünürsek, devleti kim idare ediyorsa onun çıkarları yönünde karar alır ve uygular. İster bir parti, ister bir sermaye grubu, güçlü olan için düzenleme yapar ve onun istikrarı için her türlü önlemi almaktan geri durmaz. 
Bayrak, her zaman faşizmi temsil etmez ama potansiyel olarak faşizmin ruhunu içinde taşır. 
Bir ülkede veya herhangi bir yerde bayrak indirme provokasyonu, o ülkenin dinamikleri ve yeniden yapılandırıldığı dönemde önem kazanır. 
Bayrak indirmesi karşısında tepki veren geniş kesim, kim adına ve neden tepki verdiğin bilemeden, birilerin sadece kamuoyu olma özelliğini taşırlar. Bu tepkiler var olan çatışmayı daha da derinleştirmekten başka anlam ifade etmez. 
İstikrar adına geniş halk kesimleri var olan tepkinin ölçüsünü kaçırıp ırkçı zeminde kendilerini bulabilir ve genellikle ırkçı faşist konumda olduklarının farkında değillerdir. 
Eğer bir ülkede kaotik bir yapılanma varsa, orada kaçakçılık, kara para ve her türlü düzen dışına düşmüş ama kontrollü bir ilişkiden söz edebiliriz... Her ülke, ülkeyi yönetenler tarafından tam olarak kontrol edildiği kabul edilir ama bazı ilişkiler ülke yöneticilerin çıkarlarına uygunsa görmezden, duymazdan gelinir. 
Ülkede bir suç işlenmişse, orada sorumluluk görmezden ve duymazdan gelen siyasi iradedir. 
Suçu işleyen kadar o suç için ortam hazırlayan da suçludur.
Bazı emirler direk verilir, git yap denir, ikinci emirler ise endirekt şekilde verilir, ortam hazırlanır ve o ortamda kişi ya da kişiler o suça hayat verirler. Bu ortamı hazırlayan elbette bu işte parmak izini bırakmaz ama sadece sonuçtan yararlanan olarak gözükür... Genelde endirekt emirleri karşında yer alanlar ve yandaşlarına çaktırmadan verebilir... Bu da yöneticilerin, toplum mühendislerinin becerilerine bağlıdır. 
Emirler sadece gündem değiştirmek için verilen birer araçtır...
Bayrak, nefret duygusunu canlı tutmak için insanoğlunun yaratmış olduğu en tehlikeli buluştur... 
Elinde bayrak ile dolaşan birini görürseniz, katiline aşık olmuş birisini görürsünüz, çünkü o bayrak, onu hem kurban hem katil olarak tanımlar. 
Bayrak yüzünden milyonlarca / milyarlarca insan öldü, o kadar büyük tehlike ki atom bombası etkisi yanında sıfır kalıyor... 
İnsanlık için bir şey yapmak istiyorsanız, bayrakların hepsini yakın!
Birbirinize sarılın ve sevgi ile dünyaya bakın… Sevgi ile dünyaya bakanların olduğu yerde bayrak olmaz…
İnsanlık tarihi bölünerek ve yeni sınırlar oluşturularak bir çok cinayete ev sahipliği yaptı, insanlar bir araya gelip, birlikte yaşamaya başlayınca tüm savaşları, nefret söylemlerini ve bayrakları yok edecektir. 
İnsanlar birlikte başaracak!
İsmail Cem Özkan



Sözcükler Can Yücel’i Özler

Sözcükler Can Yücel’i Özler 

Rampa Tiyatrosu tiyatro mevsiminin sonlandığı bu günlerde Tiyatro Simurg uzun bir süredir sahnelerde hayat verdiği oyuna yeniden hayat vermesine olanak verdi ve bizde konukları arasındaydık. Rampa Tiyatrosundan kısa bahsederek oyunumuza doğru adım atalım.
Rampa Tiyatrosu, tiyatro mevsimi sonlanmasına yakın bir zaman içinde İstanbul’da Sıraselviler Caddesine yakın bir yerde tiyatro severlerin hizmetine girdi. Metin Boran yönetiminde tiyatro, değişik gruplara ev sahipliği yapmaya başladı ve orada keyif dolu zamanların yaşanmasına olanak sundu. Tiyatroların üzerinde kara bulutların dolaştığı bir dönemde, tiyatro için bir alan açmak cesaret isteyen bir iştir. O cesareti Metin Boran gösterirken uzun süredir ütopyası içinde olan sahneye de hayat vermiştir.
Tiyatro Simurg, Can Yücel’i hayatını yine Can Yücel’in sözleri ve kelimeleri ile hayat vermiş. Can Yücel yaşamına bakarken yaşadığımız tarih çizgisine yine onun yaşamına ve sözcüklerine vuran olaylara da bakmış oluyoruz. Can Yücel gözü ile Can Yücel’in hayatını sahnede görme fırsatını yakalıyoruz.
Mehmet Esatoğlu, tiyatro tarihimiz içinde kendisine özgü bir yeri vardır, o özgünlük ve ilişkiler içinde birbirinden değerli insanlar ile dostluk kurmuş, gözlemler yapmış, onların deneyimlerinden yararlanmasını bilmiştir. Deneyimlerini, dağarcığına işlediği anekdotları zamanı gelince sahneye taşmayı da bilmiştir. İşte Can Yücel! Mehmet Esatoğlu değimi ile Can Baba sahnededir. Üstelik onun hakkında oluşmuş olan bir çok söylemler ve destansı kurguların dışında gerçek Can Baba ile sahnede yerini almıştır.
Yaşamış bir insanın hayatını ve bir anını sahneye almak çok zordur, çünkü duruş noktasına göre değişen gerçekler; her bireye başka şeyler çağrıştırır. Doğal olarak başka sonuçlar çıkarılır. Üstelik, bu özgün eseri odaklandığınız insanın cümleleri ve kelimeleri ile kurgulamak başlı başına büyük zorluktur. Çünkü öyle kelimeleri seçeceksiniz ki seçtiğiniz kişinin özgün kelimeleri olsun ve yan yana gelen cümleler aynı zamanda devamlılık göstermek zorundadır. Kurguyu yapan için zorluk burada başlar. Belirli bir indeks çizgisi izlenirken, aynı zamanda seyirciye de mesaj vermek zorundadır. Bir bütünlük içinde hem odakladığınız insana saygı göstereceksiniz, hem de onun yaşamına girmiş çıkmış, iz bırakmış anların tarihi dokusunu bozmayacaksınız. Bir roman, öykü veya şiir; yeniden başkalarının cümleleri ile yeniden yaratma sürecidir ve yaratılan eser başkalarının olmayacak, yeniden yaratanın sesi, resmi olacaktır.
Can Yücel, edebiyat dünyamız ve aydınlarımız arasında özel bir konumu vardır, babasının eski bir bakan olması onu inandığı yaşamı ve tercihlerini belirlememiş, o bildiği ve inandığı yaşamı tercih etmiş ve yaşamıştır. İşin kolayına kaçmamıştır, iyi bir eğitim almış, dönemin önemli bir partinin üst kademesinde yer alan babanın namından ve olanaklarından yararlanmamış, sınıflı toplumda kendisi içinde olmasa da işçi sınıfının yanında yer alarak sınıf ile bütünleşmiş, beyin emekçisi olmuş bir şairdir. Kendisine örnek aldığı Nazım Hikmet gibi hayata bakmış, Şeyh Bedreddin Destanında yaşayan bir kahraman gibi hayata bakmış yaşayan bir devrimcidir. Dostları ile içten ve katıksız bir sohbet içinde olmuş, argoyu yerinde kullanmaktan çekinmemiş, Neyzen Tevfik gibidir. Haksızlığa, yolsuzluğa ve yozlaşmışlığa karşı şiirler yazmıştır, düz yazıları dergi gazete köşelerinde kaleme alarak duruşunu bozmamıştır. Yargılanmıştır, dayak yemiştir, horlanmıştır, acı çekmiştir ama o Nazım Hikmet gibi memleket sevdası olmasını ortadan kaldırmamıştır. İngilizce dilinden yapmış olduğu tercümeler ve seçtiği eserler bile kendi anlayışına uygundur.
Kanser hastalığını öğrendiği an bile moralini bozmamış, yaşama eskiden olduğu gibi bağlı ve hicvin ve kara mizahın dili ile gülümsemeyi sürdürmüştür.
Mehmet Esatoğlu, yazmış, yönetmiş, oynamış…
Yaşanmışlıklarını, duyduklarını, okuduklarını ve Can Yücel’in kelimeleri ve sesi ile sahnede yerini almıştır. Tiyatro yaşamın aynasıdır derler, o aynaya hem kendisini hem de Can Babanın görüntüsünü almıştır. Sahne de yalnız değildir, bu ağır sorumluluğu Bilgesu Ataman sayesinde kefili bir izlenceye dönüştürmüştür.
Mehmet Esatoğlu işte öyle bir adamı sahneye taşırken, ne argo yönünü abartmıştır, ne de yok saymıştır. Hiciv ve mizah iç içedir. Bilgesu Ataman ise her ne kadar yardımcı oyuncu gibi gözükse de aslında başroldedir. Esatoğlu ve Ataman başrolü paylaşmıştır, bir birlerine destek olurken, zaman zaman biri diğerini gölgede bırakacak kadar öne çıkmaktadır. Bu oyunun tek düze olmaktan çıkarıyor. Ses ritmi inişler çıkışlar içindeyken, oyuncu da bu sese uygun hareket etmekte ve sesin vermiş olduğu ritim içinde Can Yücel şiirlerinin ritmini yakalamaktadır.  
Kronolojik bir çizgi yerine, ileri ve geçmişe doğru yolculuklar ile Can Yücel’in daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır. Oyun bir bütün olarak başarılıdır. Oyuncular ve teknik çalışanların katkıları ile seyirciyi ayağa kaldıracak derecede başarılıdır.
Tiyatro Simurg, bu bütünlüğü yakalamış ve ekibin başarısı Mehmet Esatoğlu’nun başarısını taçlandırmıştır.
Oyunu ayakta alkışlamış ve bu başarılarından dolayı Tiyatro Simurg’u kutlarım.
İsmail cem Özkan

Sözcükler Can Yücel’i Özler 
Yazan / Yönetmen: Mehmet Esatoğlu
Bilgesu Ataman
Mehmet Esatoğlu

Işık ve Efekt: Fecri Taşdemir 

5 Haziran 2014 Perşembe

Nefret söylemi!

Nefret söylemi!

Bu ülkede nefret söylemleri genelde iktidar eli ile geliştiriliyor ve seslendiriliyor. Sanırım bu Osmanlı’dan bize kalan bir miras. Yahudileri, Romanları, Alevileri ve Diğer kültürden olanları hiç tanımamış, görmemiş, geleneğini bilmeyen insanların nefret söyleminde bulunması sanırım yaşadığımız zamanın ruhunda var.
Yaşadığımız zamanın ruhu; daha çok para, daha çok özgürlük için başkasını ezme üzerine kurulu olmasındadır.
Değerlerin yok edildiği, her şeyin para ile ölçüldüğü bir zaman diliminde nefret söylemine karşı hepimizin yapması gereken bir ödev var, çünkü ortak mücadele edilmeyen söylem, sonunda hepimizin celladı olacak ya da ellerimize kan bulaştıracaktır.
2. dünya savaşından sonra yaşanan Yahudi Soykırımı etkisi ile devlet eli yürütülen kampanyalar ne yazık ki nefret söylemini ortadan kaldırmamış, nefret söyleminin derinden derine yayıldığına ve ırkçı sağ partilerin zaman içinde oy almalarını beslemiştir. Irkçı yapıların birincil varlık sebebi devlettir, devletin el altından yapmış olduğu politikadır. Kısaca devlet eli ile propaganda, yasaklamalar ve’ tek yönlü tarih bilinci’ ırkçı düşünceye kan vermiş, yok olması gereken düşmanlık tezi bizzat devlet eli ile ülkenin, toplumun en küçük birimine kadar yayılmıştır.
Devlet, ne zaman ekonomik kriz ve dolaylı olarak siyasi krize girerse azınlıklar zarar görmektedir.
Yukarıda yazdığım nedenlerden dolayı, nefret söylemine karşı; devlet olanaklarının dışında, devlet işbirliğinden uzakta yapılan her etkinlik benim gözümde daha anlamlıdır, çünkü devletin varlık sebebi; düşman yaratmak ve olası düşman tehlikesi var olduğu sürece kendisini yaşatacak ve koruyacaktır.
Bu zaman diliminde ve yeni kuşağın tipik özelliği konumuna gelmiş okuyan ama anlamayan ve idrak edemeyen bir nesil var. Bu kuşak, ikinci dünya savaşı filmlerinde soykırımı anlatan sahnelerde dahi kahkaha ile gülebilmekte, yaşananları birer masal ve eğlence aracı olarak düşünebilmektedir. Yaşanmış olan acılar, onlar için bilgisayar oyunu gibi gelmekte ve tek amaçları eğlenmek olduğu inancı içinde refleks göstermekteler.  
Sözünü ettiğim kuşak her ne kadar iyi niyeti olsa da iktidarın; eğitim, siyasi, askeri politik tercihleri ile birey belirlemektedir. Birey, nefret söylemini geçmişten gelen bir miras ve doğal şeymiş gibi algılamaktadır, hatta kullandığı kelimelerin nefreti beslediğini ve yaşattığını bilmemektedir.
Eğitim, aynı zamanda geçmişin nefret söylemini, kulaktan kulağa oyun oynayan çocuklar gibi bire bin katarak gerçeklikten uzaklaşmakta ve yeni yaratılan gerçekliği kabul etmesini doğurmaktadır.
Yaratılan yeni gerçeklik, o ülke sınırları içinde doğru kabul edilmekte ve karşılaştırmalı tarih araştırmalarına kapalı bir ezber eğitimden geçen kuşağın, düşünce ve davranışını belirlemektedir.
Ülkenin ilk eğitiminde verilen tarih bilgisi, üniversitede sadece tarih bölümlerinde okuyan öğrencilere; “öğrendiğiniz hepsi yalandı, artık doğruları öğrenme zamanı geldi!” diyen öğretim üyesinin sözünde saklıdır. Tartışmalı doğruları tarih bölümünde öğrenenler, mezun olduktan sonra görev yaptıkları ilk eğitim okullarında gittiklerinde; bilerek, onlara verilmiş olan müfredata uygun kitaplarda ki ‘yalanları’ (resmi tarih) öğretmek zorunda kalmalarını kimse açıklayamaz…
Karşılaştırmalı tarih eğitimi, nefret söylemine karşı mücadelenin en önemli ayağı olabilmesi gerekirken, siyasi çıkarlar ve tercihler bu tarih eğitimi sadece ideal eğitim modeli olarak ortada bırakmaktadır. Eğitim ile aptallaştırılan çocuklar, dillerine bulaşmış olan nefret söylemi cümleleri kullanırken ayıklama şansına sahip değillerdir. Öncelikle, dilde ki nefret sözcüklerinin temizlenmesi için; yaşananların bir destan ve masal olmadığı gerçeğinin yeni kuşaklara aktarılmalıdır. Toplumun her katmanın bu sorumluluğun altında el atması gerekmektedir.
Bilirim ki; ezilenlerin tarihi yaşanan gerçekleri yazar, bizler sadece okuruz...
Umarım, okumak ve gözlemci olmaktan çıkar ve birlikte; nefret söylemine karşı, dide ki ırkçı kelimelerin temizlenmesine karşı bir şeyler yapabiliriz…
İsmail Cem Özkan