Galata Gazete


11 Haziran 2016 Cumartesi

CHP, stabil bir parti mi?

CHP, stabil bir parti mi?

Yaşadığımız ülkenin ve devletin kurucu gücü olarak tanıtılan CHP aslında homojen bir parti hiçbir zaman olamadı, sürekli olarak çağın ve zamanın ruhuna uygun olarak tavır değiştirtirken kadrosu da değişen bir siyasi partidir ve o yüzden stabil değil dinamiktir.
CHP kurucu üyeleri son Osmanlı Meclisi üyeleri ve 1. Ankara’da kurulan meclistir. Osmanlı devletinden almış olduğu mirası kesintisiz olarak ileriye taşıyan parti özelliğini de korumasına rağmen, bugün kuruluş çizgisinden çok uzakta hatta hiçbir bağlantısı kalmamış konumdadır.
İttihat ve Terakki partisi Makedonya merkezli kurulan ve daha sonra başkent İstanbul’da köklü bir konuma geçen siyasi parti Osmanlı devletinin son dönemine damgasını vurmakla kalmamış, yıkılışından da birincil derecede sorumludur, fakat yeni kurulmakta olan devletin de kurucu üyesi konumundadır. Her ne kadar ileri gelen lider kadrosunun büyük oranda değişime uğramış olması, o geleneği ve ilkeleri taşımadığı anlamına gelmez. Osmanlı devleti 1. Dünya Savaşı sonrası çok küçük toprağa kadar küçülürken, o dönemde var olan dünyanın siyasi atmosferine uygun olarak yeni bir devletin de doğmasına kaynaklık edecektir.
Yüzyıllar boyu iktidar olan Osmanlı aile yapısı yerini yeniden yapılanan devlete ve organlarına bırakacaktır. Ulus devleti anlayışı içinde imparatorluk dağılırken, çevresinde oluşmuş ulus devletleri ile ilişkili olan ve onlardan etkilenen ve karşılıklı çıkarlara uygun olarak yeni devlet Ankara merkezli devleti de oluşmaktadır.
Yeni consensus (fikir birliği)  ulus devletinin sınırları konusunda olacaktır.
Emperyalist devletler geçmişi emperyalist olan bir devleti parçalarken elinde cetvel ve masa başında hakları ikiye ayıran ve birbirine mahkum eden sınırları çizmekten geri durmamıştır.
İstikrar gelmekte olan istikrarsızlık üzerine oturtulmuştur. Çatışma kaçınılmazdır ve çatışma koşulları sınırlar oluştururken yaratılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğundan alınan miras Ankara’daki 1. Meclis ile daha çıplak gözükmektedir. O meclis geçmiş partileri olduğu gibi vekilleri ile yaşatmaktadır ve temsil hakkı korunmaktadır. Ne var ki son Osmanlı Meclisini oluşturan siyasi grupların lider kadrosu değişmiştir. İktidar olan İttihat ve Terakki Partisi liderleri kaçmış, bir anlamda gönüllü sürgündedir. Onların akıbetleri ilerleyen günlerde ortaya çıkacaktır ama oluşmakta olan devlet yapısı eski liderler ile değil, yeni liderler ile yoluna devam edecektir. Bu yeni kadro yeni bir siyasi parti ile hayata başlayacak ve bugüne kadar değişerek gelecektir.
Zamana uygun, zamanın ruhuna uygun kararlar alacak kadro değişimi ile varlığını dinamik, değişken ve stabil olmayan bir anlayış üzerine koruyacaktır. Ve kısa bir süre hariç sürekli devletin çıkarları için varlığını koruyacak kurumları ile birlikte…
Kısaca, CHP tarihine bakmak demek, Osmanlı sonrası oluşturulmuş ulus devleti tarihine bakmak gibidir, devletin çıkarları partinin çıkarları ile paraleldir. Her döneme uygun dönemin şartlarına ve devletin çıkarına göre karar alınmıştır. Kuruluş süreci olarak kabul edilen Lozan anlaşmasına kadar olan süreçte Osmanlı devletinin dağılışından yer alan travmanın etkisi ile daha kanlı çözüm yolları kabul edilmiş ve uygulanmıştır. Koçgiri katliamı, Karadeniz’de yaşanan kitlesel katliamlar bu refleksin dışa vuruşundan başka şey değildir. Aynı süreç içinde Kürt illerinde var olan karşılıklı güven ortamı devletin oluşması ile birlikte parçalanacak ve bu güven Kürt isyanları olarak tarih sahnemize yansıyacaktır.
İttihat ve Terakki Partisi’nin kurucu üyeleri arasında yer alan Ermeniler ile hesaplaşma ‘tehcir’ ile ortaya çıkması gibi Kürtler ile hesaplaşma bölgesel ayaklanmalar ile zaman zaman ortaya sıcak şekilde çıkmış ve devlet olanaklarını kullananlar kanlı bir şekilde sorunu halının altına iteklemiştir.
Hesaplaşma kanlıdır ama sorunu çözücü niteliği yoktur. Tıpkı Ermeni sorununda olduğu gibi, sorun çöle sürülerek yok edileceği kabul edilmiş ama yüzyıl sonra bile sorun olarak hala ulus devlet için sorundur. Lozan Anlaşması sonrası yeni devlet emperyalist güçler tarafından kabul edilmiş ve eski Osmanlı artık tarihteki yerini almıştır. Osmanlı ailesi imparatorluk devletinin yerini ulus devleti almıştır, kurucu ve hakim güç Türklerdir. Onun siyasi temsilcisi de Halk Fıkrası ve daha ileride alacak rejin adını da parti ismine ekleyecek Cumhuriyet Hak Partisi’dir.
Parti, devletin çıkarlarına göre hareket ederken, kendi içinde muhalefetini de yaratarak partinin daha dinamik ve esnek olması sağlanmıştır. Bugün var olan tüm partiler işte bu kurucu partinin içinden çıkan muhalefet hareketlerinin sonucudur. 1. Meşrutiyetten sonra hayata adım atan tüm siyasi figürler değişerek ama varlıklarını koruyarak bugüne gelmiştir. Eski rejimin devamını savunanlardan, yeni rejimin güçlenmesini ve gelişmesini savunanların ortak temeli devlettir. Onları birbirinden ayıran sadece çıkarlar ve öncelikleridir.
İkinci dünya savaşı sırasında oluşan CHP Nazi partisi özelliğini taşır ve o dönem partide görev yapan ve karar alma sürecinde yer alanların hepsi biçimsel olarak Nazi’dir. Her ne kadar Almanya’dan kaçan Yahudilere ev sahipliği yapmış olsalar da Nazi hayranlıklarını hiç gizlememişlerdir. Bugün, Ankara modern görünümünü bu süreç içinde almıştır.
2. Dünya savaşı sonlanırken bu Nazi kadro da CHP içinden ve devletten tasfiye edilecek ve yeni Amerikan merkezli liberal düşünceye sahip olacaktır. O sürece en uygun yanıtı yine CHP içinde muhalefet hareketi kurulacak ve yeni bir siyasi tarih sahnesine çıkacaktır.
Karma ekonominin mimarı Celal Bayar ve toprak reformuna karşı duruşu ile öne çıkan Adnan Menderes önderliğinde kurulan Demokrat Parti zamanın ruhuna uygundur ve Emperyalist devletler tarafından desteklenmektedir.
Yenilmiş Nazi Almanya’sı ve galip devlerden olan Sovyetler olan ilişkisi ince bir çizgi üzerindedir ve kuruluşuna önemli katkı sunan emperyalist devletlerin çıkarı bu yeni kurulan parti ile ete kemiğe bürünecek ve kısa zamanda iktidar yolu açılacaktır.
Birleşmiş Milletlere girmek adına dönemin lideri İnönü bu tercihi zorunlu yapmış ve artık çok partili bir cumhuriyet kapılarını açmıştır. Yeni dünya kurulmuştur ve Türkiye o dünyanın şartlarına uygun değişerek yerini almıştır.
CHP bundan sonraki süreçte genelde iktidardan uzak ama devletin partisi olmayı sürdürmüştür.
Devlet, CHP demektir, ama iktidardan uzak ama iktidarı sürekli denetleyerek ve kontrol ederek!
Kurucu parti kadrolarını devlet içinden devşirmektedir ama kitleselliği iktidar olmaya seçim koşulları içinde el vermemektedir, çünkü dünya artık ulus devletinin anlayışının da değişme uğradığı dönemdir. Ulus devleti içinde sermaye birikimin yerini yeteri kadar sermaye biriktiren emperyalist ulus devletlerin firmaları daha gözü aç bir şekilde yayılma sürecidir. Bu süreç içinde ulus devleti içinde sermaye birikimi yapan devletlerin teknolojiye ulaşımı bu gözü aç ve tröstleşme yolunda adım atan firmalar eli ile engellenmektedir.
Ülkemiz yeri sömürge konuma gelmesi bu sürecin içinde olmuştur. Teknoloji geliştiren değil, montaj sanayinin ilerlemesi ve kendi halkını kandıran markaların orta çıkmasıdır. Teknoloji sahibi olmayan ve ancak kendi ulus devleti içinde markaları olan bir sanayiye sahip olmaktadır. Yeni oluşturulan bu sermeye ile devletin çıkarları baş başadır ve devletin çıkarından önce oluşturulan sermayenin çıkarı ve güvenliği daha öne çıkmıştır.
Demokrat Parti’nin hızla yeni zenginleri ortaya çıkarması ve toplum içinde oluşan adaletsiz dengenin sonucunda Amerikanın bilgisi ve stratejisi dahilinde darbe ortamı oluşturulmuş, Sovyetlerin çıkarları doğrultusunda bu darbe için onayı ile kontrgerilla eğitimi yapmış genç subaylar eliyle gerçekleştirilmiştir.
27 Mayıs darbesi askeri komuta zinciri içinde en üstün haberi olmadığı ama tabandan askerlerin bilgisi ve kontrolü dahilinde yapılmış, 27 Mayıs sabahı ancak üst kadronun haberi olmuştur.
Fiili durum ortaya çıkmış ve bu fiili durum yasal hükme büründürülmesi yeni anayasanın oluşmasını da ortaya çıkarmıştır.
Marshall yardımları ile ayakta kalan Demokrat Parti yardımın bitmesi ile yerle bir olmuştur. Amerika kendi yarattığı çocuğuna bir anlamda tokat atmıştır ama lider kadrosunu da değiştirmiştir. Demokrat Parti liderlerinin idam edilmesinden 29 gün sonra yapılan seçimlerde artık yeni ismi Adalet Partisi yüzde 34,8 oy oranı ile 158 milletvekili çıkararak meclise ikinci parti olarak girmiştir. Yine Demokrat Parti içinden çıkan Yeni Türkiye Partisi ise yüzde 13.7 oy oranı ile 54 milletvekili çıkarmıştır. CHP kısa dönem ülke yönetimindedir ama bu süreç içinde de devletin çıkarları emperyalist devletlerin beklentileri yönünde devleti değiştirmiş ve bu yeni kadro hareketi ile devlet yeni rotasına oturtulmuştur. Daha fazla özgürlük ve daha fazla kitle örgütü siyasi yaşantımız içine girmiş ve göreceli olarak özgür bir ortam oluşturulmuştur. Bu süreç içinde işçi sınıfı yukarından aşağıya gibi gösterilen birçok hakka kavuşmuştur ama işçi tarihi açısından incelerseniz birçok mücadelenin sonucunda grevli sendika hakkına kavuştuğunu görürüz. Anlatılan gibi değil, tırnağı ile kazıyarak mücadele ile haklar elde edilmiştir.
Yakın tarihimize yukarıdan bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki CHP içinde her değişim devletin çıkarlarına uygun şekilde gerçekleşmiştir. Sağın temsilcisi Adalet Partisi karşısında CHP üzerine sol muhalefet yapmak düşmüş ve Ortanın Solu sloganı ile Ecevit siyasi hayatımıza girmiştir. Amerika’nın da istediği bir ‘demokrasi’ ülkemizde oluşmuştur. Arada oluşan küçük partiler bu ikili parti rejimi içinde pazarlık için birer araç olarak varlıklarını korumuştur.
12 Mart süreci içinde dönemin başbakanın CHP içinden çıkası tesadüfi değildir. Yine bu süreç içinde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararı alma sürecinde CHP çoğunluk vekillerinin tavrının AP vekiller ile aynı şekilde tavır koymaları İnönü’ye rağmen davranılması şaşırtıcı bugün için değildir. O süreç içinde Sovyetlerin ülkemiz içinde etkisini TKP’nin almış olduğu kararlara bakarak görebiliriz, çünkü TKP artık Sovyet devletinin çıkarlarını savunmak ile yükümlü bir lobi örgütü gibidir, kendi başına bağımsız karar alma gibi bir durumu söz konusu değildir. TKP komitern kararlarına uygun olarak bu idam karşısında sessiz kamış ve meclisteki oylamaya DİSK temsilcisinin tavrına bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Abdullah Baştürk Yozgat vekili olarak oylamaya katılamayarak dolaylı olarak bu idamı desteklemiştir. Elbette bu tavırda yalnız değildir, dönemin Alevi vekillerde aynı şekilde tavır göstermişlerdir. (Bu konuda daha ayrıntılı bilgiyi Doğan Özgüden’nin anılarında bulabilirsiniz.)
12 Mart sürecinden CHP yeniden yapılanmış ve bu yapılanma ile 12 Eylül’e giden sürecin de yapısal değişimlere uğramıştır. Yine CHP içinden hizip olarak doğan Deniz Baykal ileride yeni Türkiye’nin bir figürü olarak karşımıza çıkacak ve bugün Cumhurbaşkanı olan kişinin siyasi hayata katılmasının ve onu iktidara taşımanın aracı oluverecektir. Her dönemin koşullarına uygun olarak değişen CHP 12 Eylül ile kapatılmış ve yeniden açılma süreci içinde birçok denemeler sonucunda Deniz Baykal başkanlığında tamamı ile başkana bağlı bir parti yaratılmıştır. Başkanın belirlediği ilçe ve il başkanlarının oyları ile parti başkanlığı tartışılmaz kılmıştır. Tipik Ortadoğu ülkesinde olan siyasi partiler gibi başkan merkezli ve başkan dışında kimsenin sesinin çıkmadığı parti yapılanması devletin yapılanmasına uygundur.
Devlet çıkarı gereği düşman olarak gördüğünü yok etme özgürlüğüne sahiptir. Düşman olarak gördüklerini hukuka göre değil, siyasi tercihe göre yaptığı süreç başlamıştır ve bu süreç içinde birçok insan kaybedilmiş, faili meçhul cinayetlere kurban verilmiş, köyler boşaltılmıştır.  CHP bu süreci de demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesi anlamında sorgulamamış, sessiz kalarak bir anlamda muhalefet yapar gibi gözüküp elini kirletmeden bu zamandan çıkmayı beklemiştir. Susurluk Kazası bir anlamda demokrasi ve özgürlük için fırsat olarak öne çıkmasına rağmen gerekli kadar üstüne gidememiş ve üstünün örtülmesine sessiz kalmıştır. (burada CHP dediğime bakmayın CHP ile birleşecek SHP ve diğer sol grupları da içine kapsadığını rahatlıkla söyleyebilirim) çok ses çıkarmak geçmiş ile yüzleşmek anlamına gelmediğini yaşayarak öğrendik.
Lider boyunduruğu altına giren CHP demokratik yollar ile liderini değiştirememiş, bir kaset ile lider kadrosu değişmiştir. Deniz Baykal ve ekibi tarafından dışlanan Alevilere parti içinde yeniden nefes alma ortamı yeni lider ile olacağı kabul edilirken, bu durumun da kısa sürdüğü kısa zamanda ortaya çıkacaktır. Çünkü etnik ve dini görüşü ile yeni lider Kılıçdaroğlu Deniz Baykal’dan aldığı iktidar partisinin yedek değneği olma özelliğini söylem değişikliği ile devam etmiştir.
Kılıçdaroğlu, AKP için CHP başına paraşüt ile getirilmiş Kürt ve Alevi kökenli biri... Bu sayede Kürt sorununa devletin istekleri ve niyetleri doğrultusunda güç parçalanması yaratmak için ortaya sürülmüş bir piyondur. Kılıçdaroğlu'nun bugüne kadar tahmin edip de tutturmuş olduğu bir tek olay yoktur, sürekli “olmazsa istifa ederim” diyerek bugüne kadar yaşanan her seçim sonrası ne istifa etmiş ne de özeleştiri vermiştir. Yanlış tercihleri ile AKP bugün iktidarda olmaya devam ediyor, çünkü muhalefet yok ortada. Seçmenin seçebileceği AKP çizgisi dışında kitle partisi yok...
CHP, devletçi yapısını yeni devleti savunarak sürdürüyor...
CHP dinamik bir kurucu partidir ve bu kurucu parti kurulduğu günden bu güne kadar değişerek gelmiş ve kuruluşunda yer alan liderinden çok uzağında ve sadece isim dışında hiçbir bağlantısı kalmamış bir partidir. Lider kadrosu döneme uygun değişimler yaşamış olması o partinin işlevinde değişiklik yapmadığı gerçeği ile karşılaşırız.
Önce devlet!
Devletin uzun süre yaşaması için devlet kavramının değişiminin pek önemi yoktur. Bugün ülke şerait ülkesi olması CHP şeriat devletini savunacak kadar içinde değişimi yaşayabilecek bir partidir. Bunun işaretlerini parti içinde var olan söylemlere bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. CHP’nin yönetiminde olan belediyelerin yaptığı uygulamalara bakarsanız ne kadar haklı olduğumu görebilirisiniz.
Peki, iktidar ve iktidar perspektifi olmayan bir kitle partisi neden varlığını korur?
Bu soruya yanıt verdiğinizde CHP gerçek anlamda biraz daha anlaşılır, çünkü küçük çıkarlar ve elini kirletmemek için dolaylı destek sunmak vicdan rahatlatma aracı olurken, paradigmalara da uygundur.
CHP dışında bir sosyal demokrat hareket yaratmamak için Ortadoğu ülkesinde buna ihtiyaç vardır ve iktidar ne zaman zora düşerse kötü zamanlarında yanında olan partiye desteği dolaylı olarak sunar… Muhalefet liderinin önüne kurşun atmak ile başkanın kafasına taş atmak gibidir.
İktidarda yer alan sağ partilerin sosyal demokrat partilere destek vermesi geleneksel olarak ikinci enternasyonal sonrası oluşan siyasi atmosfere bakarak söyleyebiliriz. Sovyet deneyimi kapitalistleri ılımlı sosyal demokratlara destek vermeyi ve onların yaşaması için ortam oluşturmasına her daim izin verilmiştir, bu sayede ülke içinde oluşabilecek devrim koşulları ortadan kaldırılmıştır. Almanya’nın efsane lideri Willy Brandt’ın Der Spiegel dergisine yer alan iddialara bakmak yeterlidir. (http://www.spiegel.de/einestages/willy-brandt-bekam-geheime-us-zahlungen-ab-1950-a-1096881.html)
Sosyal demokrasi her ne kadar kapitalistlerin karlarından feragat etmesini öngörmüş olsa da liberal rüzgarın estiği doksanlı yıllarda işçi sınıfının sesini kesmek ve yok etmek için kullanılmış bir araca dönüşmüştür. İşçi sınıfı en büyük kayıbını doksanlı yıllarda sosyal demokratların iktidarı sürecinde yaşamıştır. Doksanlı yıllarda devlet yıkılırken ve yeniden yapılanırken en önemli muhalefetini sesiz ve işlevsiz bırakmıştır. Sınıf mücadelesinde sosyal demokratlar tarihin kendisine yüklediği rolü en iyi şekilde yerine getirmiştir ve getirme yede devam etmektedir…


İsmail Cem Özkan

7 Haziran 2016 Salı

Yola çıkmışken…

Yola çıkmışken…

Yola çıkmışken amaca varılana kadar dönüş düşünülmez. Amaca varmadan yolun uzunluğunu ve keskin virajlarını bahane ederek geri dönenler olmuştur ama artık ayrıldıkları yer aynı gibi görülse de değişmiştir, değişim zamanın içinde gizli olarak durur. Dönüş içinde travmasını ve hayal kırıklıklarını barındırır. Toplumsal olaylarda travmalar daha köklüdür ve de nesilden nesile geçen bir geleneğini içinde yaratabilir.
Yola çıkanlar her daim ileri gidemezler, zaman zaman çıkmaz sokaklara yolları düşer, o da ileriyi görmemezlikten gelmekte olan zamanın neler getirdiğini bilmezlikten kaynaklanır, çünkü bilmedikleri coğrafyada yol almak demek her an yoldan çıkmak ve biraz daha yolu uzatmak anlamına gelebilir. Günümüz teknolojisi içinde yolu uzaydan izleyerek bize aktaran ‘navigations’ aletleri ile bilinmeyen yol yok gibidir, çünkü oradan elde ettikleri bilgiler ile yine onların çıkarları doğrultusunda yol alınır. “Sora sora Bağdat bulunur” artık tozlu raflarda kalmış bir atasözü olarak kalacaktır, kimse kimseye bir şey sormadan teknolojinin ürünü bilgiler ile yine onlara bağlı olarak yol alır. Teknolojiye bağlı kalanlar teknolojinin belirlediği yollardan gider, ki aynı zamanda bu teknoloji araç içinde yol alanları da izler, gerekli gördüğü yerlere rapor olarak sunar. Büyük biraderin gözü her daim üzerimizde, sadece gözü değil kulağı da! Teknolojinin en son sürümleri bize ucuz bir şekilde sunulurken, onlar aslında bizden elde ettiği bilgiler ile kendi tüketim toplumunu yaratıyorlar, yaratırken de bizim algılarımız ile (hangi kültür olursa olsun) oynadıklarını görebiliriz. Dünyada elektrik fişi bile standart olamazken, birçok şey artık standartlaşmış ve bir birine benzer şehirlerin oluşturduğu bir dünyaya sahip olduk.
İnsan yolu yarattı, yol insanı ve şehirlerin oluşumuna katkısı büyük oldu ve insanı biçimlendirdi. Bugün yollar daha geniş ama daha fazla araca sahip. Yolların gelişmiş olması bize zaman kazandıracağı tasarlanırken, tersi yollarda daha fazla zaman kaybetmeye başladık. Şehirlerarası mesafe göreceli olarak azalırken, yollarda kazandığımız zaman bize yerli gelmemektedir. Sürekli zamana ihtiyaç duyan ve sürekli acil bir şeyleri yaparken buluyoruz kendimizi ve hatta hiç düşünmeden bize verilen görevi yerine getirmeye çalışıyoruz. Sürekli hareket halinde ve sürekli yorgunuz ama zaman bize yetecek kadar da kendimizi planlayacak dahi zamanımız yok!
Yola çıkmayan ve yolda olmayan artık insan yok… Her şey yollarda, yollar belirlemekte bizi… Ticaret hayatı şehirleri oluşturdu ama şehirlerin nasıl olacağını ne kadar genişleyeceğine yollar karar vermektedir. Yol olmayan yerde üretim yoktur, yol olmayan yerde hayat modern yaşamın dışındadır.
Yaşadığımız zamanın ruhu yollarda verilmektedir.
Yollar toplumsal olayların da belirleyicisidir. Yollar olmasa meydanların anlamı olmaz. Kapitalist sistem kendisini korumak adına yolları kontrol ederken, her yere kamera yerleştirirken ve istediği gibi trafiğin akmasını sağlarken, elbette o yollarda kapitalist sistemi yok edecek olan işçi sınıfı da kendisine yaşam alanı bulmakta ve hak ve siyasi mücadelesini vermektedir. Fransız devriminden sonra gelişen ulusal devletler ve yaşama mücadelesi de yollarda oldu.
Toplumsal olaylar dengeli, istikrarlı ve belirli bir plan ile oluşmaz. Emperyalizm çağında ulusal devletler ancak emperyalist devletlerin çıkarlarına uygun olarak göreceli olarak bağımsızlık verilmiş ama devletin organizasyonu bağımsızlık hakkı verenin çıkarına uygun yapılandırılmıştır. Dengesiz gelişen toplumsal olayların sonucu bugün dünyada bir birinden farklı ulus devletleri ve geri bıraktırılmış toplumlardan bahsedebiliriz. Fakat hepsinde yol vardır ve yola hakim olan o ülkeye de hakimdir.
Ulus devleti kuramamış birçok ulus vardır. Onların önemli bölümü parçalanmış şeklide değişik ulus devletlerinin topraklarında yaşama mahkum edilmiştir. Afrika, Ortadoğu ve Uzakdoğu sınırlarına baktığımızda birçok ulusal mücadele eden örgütlere ve iç savaşlara rastlamaktayız.
Ülkemiz içinde ve sınırlarında da ulus devleti kuramamış Kürtlerin mücadelesine yakınan tanıklık etmekteyiz. Ortadoğu mozaiği içinde ulus devleti mücadelesi veren Kürtler savaş içinde kilit noktaya gelmiştir. Ulus devleti kurmak an meselesi olduğu dillendirilmesine rağmen parçalarda gelişen her toplumsal denge bu anın ertelenmesine sebep olmaktadır, çünkü her parça bir birini etkilemekte ve çıkar çatışması içinde savaş o coğrafyada yaşayan hakları bir arada yaşamasını ortadan kaldırmaktadır. Emperyalist devletlerin çıkar çatışması ve kapitalist sistemin yeninden yapılandırma sürecinin geçiş sürecinde ulusal mücadele etmek ince bir ipte yürümek kadar tehlikelidir, dengeler iyi hesaplanmazsa başka bir parçanın parçalanmış mültecisi olabilir.
Ulus devletler oluşturulurken dünya yeni bir dengeye oturtulduğu düşünüldü ve ulusların hangisi erk hangisinin yok sayıldığı o dönemin dengeleri içinde karşılaştırmalı tarih içinde bir nebze de anlayabiliyoruz. Çıkar çatışmaları dünya haritası üzerine cetvel koyarak sınır koyanlar bugün yaşadığımız kaosun da mimarlarıdırlar.
Savaş kuralsızdır, teknolojisi elinde bulunduran her türlü yolu mubah görmektedir. Orantısız güç gösterisiz ve orantısız saldırılar ‘Embedded’ medya aracılığı ile dünyaya bir yılbaşı partisi gibi sunulmaktadır. Bu kuralsız ve kirli savaşın kirli yüzü güçlünün yenilgisi ile ortaya çıkacaktır, çünkü güçlü, güçlü kaldığı sürece gerçekler her daim gölgede kalmaya mahkumdur ve kimse bu gerçekleri gün yüzüne çıkaramadığı için kirli savaş daha da kirlenerek devam edecektir. Bunun içinde fütursuz, ilkesiz ve ben güçlüyüm her şeyi yapmak benim hakkım inancı ile dünyaya bakanlar ve dünyaya yeni biçim verenlerin birincil önceliği yok olan yerler değil, kendi içinde ki yaşadıkları ekonomik krizi kendi lehlerine döndürmektir. Kendi ülkelerinde artan yaşam kalitesi aslında kontrollüdür ve dünya haklarını koyun gibi görenler kendi halkını da sonsuz bir illüzyon uykusu içinde bırakmaktalar. Savaşın sonucu olan mülteciler kapılarına dayandığında mültecileri bir yerlerde toplama kamplarında gözden uzak toplamanın yolları diplomatik yollardan çıkar çatışmasının kapalı kapılar arkasında tehditler ile olmaktadır. Bugün yaşadığımız çağ, güçlü olanın güçsüzü hiçe saymak ve istediği iktidarı iktidarda tutmak için cinayetleri yapma özgürlüğüdür.
Ulusal mücadele edenler amaçlarına giden yolda her şeyi mubah olarak görebilirler, yeter ki nihai amaca hizmet etsin. Düşmanlarını bile el üstünde tutabilirler, yeter ki kendilerini muhatap alsınlar. Masa başında pazarlık yaparken etrafında yaşanan tüm gelişmelere kulaklarını kapatırlar, gözlerinin ucu ile görürler ama görmezden gelirler yeter ki amaçlarına giden yolda bir adım olsun... Ama işin boyutu öyle olmadığını, düşman olarak gördüklerinin iktidarı altında bitmez tükenmez bir tecrübe ile hilelerin her türlüsünün olduğunu yaşayarak görecekler… Yaşam acımasızdır ama toplumsal olaylarda birçok cana mal olur…
Siyaset bir adım ötesini önceden tahmin edip ona göre adım atabilmektir… Bizde adımlar olay başa geldikten sonra pişmanlık olarak ortaya çıkar.
Sınıf mücadelesinde ise pazarlık yoktur, “ya hep beraber” der ve devrim mücadelesi ileriye taşınacak adımlar atılması için çaba gösterilir... Fakat bizim gibi ulusal sorunu çözememiş toplumlarda işte teoride olduğu gibi olmuyor… Güçsüzlüğünü başkasının gölgesine saklanarak gizler ve o gölgeden güçlüymüş gibi imajlar vererek bir illüzyon içinde başarı beklenir kılmaya çalışır ama ne Godot gelir ne de başarı... Sonuç ne mi olur? İktidar istediği rejimi ve düzeni iki adım ileri bir adım geri şeklinde sanki taviz veriyormuş gibi yaparak amacına ulaşır...
Amaç ve hedef doğrultusunda tereddütler her zaman yenilgiyi beraberinde taşır...
Tereddüt ile olaya bakanlar ve elde ettiklerini kaybetme korkusu ile iktidara yaklaşanlar elbette o iktidarın sadece yedek değneği konumunda olurlar... Karalık aydınlığa evrileceğine zifir karanlığa çoktan bükülmüştür... yollar her daim aydınlığa götürmez toplumları, yaşadığımız çağda gibi zifir karanlığa da taşıyabilir.
Yola çıkanların amaçları net değilse ve kervan yolda düzülür mantığı ile bakmaya devam ederlerse düzlen kervan değil kendileri olur.
Ülkemiz gibi ulusal sorunu tam çözememiş, sürekli ertelenmiş yüzleşilecek sorunlar ile baş başa kalanlarda ilişkiler ve olaylar sanıldığından daha karmaşıktır, karmaşık yapanların başında ise çıkarlardır. Ulusal mücadele yapan halkın işçi sınıfı nihai hedefi önce ulus sonra işçi devleti diye tanımlarsa işte işten çıkılmayan bir mücadele yolu ortaya çıkar ki, çıkar çatışmalarına göre eğilen, bükülen bir ilişkiler ağı oluşur. Sokak dili ile fır fır dönenlerin oluşturmuş olduğu siyaset sahnesinde her an her kişi, kurum arkasından bıçaklanabileceği gibi de el sıkışabilir de. Kapalı kapılar arkasında gerçekleştirilen her türlü görüşme halklara ve işçi sınıfına yapılmış en büyük tehdit olduğunu zaman kısa bir an sonraya ortaya çıkarmış olsa da artık iş işten geçmiş, iktidar istediği hedefe daha hızlı bir şekilde ulaşmaktadır. Bu ortam içinde sınıf mücadelesi yapanların her zaman diğer kitle örgütleri yanında marjinal kalması onların doğru tespitler yapmadığını göstermez, ama onların ne kadar örgütsüz ve dağınık olduğunu kanıtlar.
Yola çıkanların yolda bir şeyleri düzeltme işini el yordamı ile yapması onları nihai amacından uzaklaştırır hatta çoğu zaman çıkmaz sokaklarda birilerine yol sorur bulurlar kendilerini. Teknolojiye bağımlılık ilişkisi olanların yolda olmaları aslında her daim kontrollü yol aldıkları ve belirlenen hattalar üzerinden dışarıya çıkamadıklarını gösterir. Öncelikle yolda olanların Roma yolunu kullanarak Roma Devleti’ni ortadan kaldırmadığını tarih bize Hannibal’ın hayatına bakarak söyler. Büyük strateji uzmanı nasıl yenildiği hala tarih sayfalarında canlıdır.
Yolda olanların Godot’u bekleme lüksü yoktur, eğer beklerlerse de zaten gelmeyecektir…
Yollar bize çok şey anlatır, çok şey öğretir ama ne yazık ki yolda arabası devrilenler bir daha arabayı ayağa kaldırma yerine kader çizgisi içinde kendilerini kurtaracak bir araç beklerler ki, gelecek olanda zaten sistemin aracıdır ve o kendi amacına uygun olarak kaldırır ve ücretini fazlası ile alır. Ama derseniz ki “kapitalist kendini asacak ipi bile para ile satar”… satar ama artık güçsüz, zavallı ve durağan olmadığını da tarihin sayfalarına bakarak görebilirsiniz, o içinizden birilerini zaten bilinç olarak çoktan satın almıştır bile ve sizi arkadan bıçaklayacak ortamı yaratmış olabilir…
Yolda yol alırken çevreme bakmayı çok severim, gözümün önünden bir ömür de geçebilir, bir film şeridi de…
İsmail Cem Özkan


30 Mayıs 2016 Pazartesi

Bir kazan iki kaybet!

Bir kazan iki kaybet!

Siyasi olmayan her grev kazanımı bir maaş veya kısa bir göreceli ücret artırımıdır. Kölelik düzleminde süren çıkar ilişkisinin devamı anlamındadır. Kazanımlar ile mutlu olanların abarttığı kazanımlar en kısa zamanda ellerinden ya ekonominin doğal çizgisi içinde enflasyon olarak alınacak ya da işveren kasasından eksilen parayı çalışma zamanları ile oynatarak elde edecektir. Her işçi sınıfının siyasi olmayan kazanımları devlet denen mekanizmanın eli ile işçiden geri alınır. Bu kısa da sürebilir uzun bir zaman aralığı ile de olabilir. İşçi sınıfının elde ettiği ekonomik kazanımlar bugün hangisi ayakta diye bakarsanız maalesef liberal ekonominin çarkları arasında özelleştirme ile yok olmuş, hatta artık düşünülemeyecek kadar uzak kalınmış gibidir. Sağlık, eğitim, denetim… Bugün, işçi sınıfının kazanımları olmaktan çıkmış, paran kadar sağlık, taşeron işçilerin varlığı ile hizmet içi eğitim artık yok, denetim rüşvetin sınırları içindedir… 
İşçi sınıfı işyeri ile sınırlı yaptığı her eylemden göreceli olarak karlı gibi çıkıyor gözükmüş olsa da aslında sınıf temelinden ve genelden baktığımızda zararlıdır. Çünkü küçük kazanım gibi duran işyeri ölçekli başarılar bütünü kucaklayamadığı sürece elde edilen tüm kazanımlar kepçe ile geri alınacak ve bu yasal zeminde hukuka uygun şekilde olacaktır.
Devlet, sınıfının farkındadır ve sınıfının çıkarına göre davranır.
Bugün devletin sınıfı söylemeye bile gerek yoktur, her şey sınıfının çıkarı yönünde hukuku düzenlemeler ile belirlenmiş ve sınıfın çıkarı yönünde sınıfına tek düşman işçi sınıfını baskı altına almak ve kontrol etmek ile yükümlüdür.
İşçi sınıfını en zayıf hale getirmek ancak sınıf içinde yer alan çatışmaları ve çelişkileri kullanmaktır. İşçi sınıfının önünde en büyük engel yine sınıfın omurgasını oluşturan sanayi işçisini mesleksiz (kalifiye) yapmak, dişlinin parçası konumunda olan yerlerde teknolojinin olanaklarını kullanarak her an değiştirilmeye uygun işçilerin orada konumlandırılmasını sağlamaktır. Çünkü kalifiye yani mesleği olan işçinin işten çıkarılması ya da gözden çıkarılması zordur, onun yerine birini ikame edilmesi eskiden imkansız gibiydi ama günümüzde artık bu olanaksız değildir, kapının önünde bekleyen binlerce işsiz o iş alanı için (meslek lisesi ve meslek yüksek okul mezunu) sırada beklemektedir. Hatta işverenler işi biraz daha abarttılar taşeron işçiler ile saatlik iş anlaşması yaparak “verimlilik” hanesine yeni para içeren rakamlar işlediler.
Az gider ile daha fazla para kazanmak adına işyeri güvenliği artık kağıt üzerinde kalan bir uygulamadır. İşyerlerinde kaza adında işlenen cinayetlerin üstleri rahatlıkla örtülmekte ve işyeri sahibi bu cinayetlerden artık hukuki anlamda sorumlu değildir. Sorumluluk karmaşık ilişkiler içinde o şekilde dağılmıştır ki, bugün cinayetin mağdurları katilin peşine düştüklerinde hukuk ve mahkeme kapıları arasında sıkışıp kalmakta ve zaman aşımı içinde davaları yok olup gitmektedir. İşveren kasasında biriktirdiği parayı sayarken, işyeri cinayetine kurban gidenlerin yakınları işçiyi hayatta tutmak için başvurmadıkları kapı kalmayacaktır. Yandaş sendikalar verimliliği düşen işçiyi hemen kapının önüne koyacak ve artık ona sahip çıkmayacaktır.
İşçi sınıfını içeriden parçalayan en önemli araçlardan bir tanesi de grevsiz sendika faaliyeti yürütenler ve bu grevsiz anlaşmaların (pazarlık masalarının) işçiyi hak kazandırmış gibi gösterip eline sadaka bırakmasıdır. Grevsiz sendikalar ekonomik haklar için ayağa kalkıp işçi sınıfı içinde biriken öfkeyi dağıtmalarıdır. Öfke duymayan sınıf her zaman maddi çıkarının peşinde koşan küçük amaçlar uğruna dağları devirendir. Bugün ülkemizde sınıf kavgasının sadece ekonomik amaçlar içine sıkıştıran işte bu grevsiz sendikaların ağababalarının çıkarlarıdır ya da bu sendikaları arka bahçesi gören siyasi anlayışının çıkarıdır.
Yandaş sendikaların başka işlevi de bir iş yerine alınan işçi için kartvizit görevi görmesidir. İşçi, işveren ve kuruluşları ile muhatap yapılmadan torpil ile bir işyerine girmesi ancak bu yandaş sendikaların (cemaatlerin) eli ile olmaktadır. Yandaş sendika kendi iktidarını daha uzun yaşatabilmek için kendi belirlediği kriterlerde işçiyi işyerine sokarak işyerinde ki temsil durumunu uzatmaktadır. Bu ilişkide hem işveren karlıdır hem de sendika. Tek kaybeden işçi sınıfıdır. Çünkü hak mücadelesine girdiği an işsiz kalacak ve ekonomik gücü zayıf olan her hareket kazanım gibi gözüken yenilgiyi baştan kabul etmiştir. Maaşlarını alamayan işçilere sosyal yardım kasasından ödenen maaşlar ile örneğin bir işçi direnişi çabuk kırılır ve orada eyleme neden olan maaş alınarak o hak mücadelesi başarı gibi gösterilir ama sonuçta bu kazanımın ömrü kısadır, çünkü para bitince aç olan yine aç kalacaktır.
İşçi sınıfı sınıf için kazanımlarını ancak bir arada ve siyasi mücadele ile elde edebilir. Geçmişte kazanılan emekli sandığı, grevli sendika mücadelesi, işyeri güvencesi ve güvenliği, sağlık, eğitim gibi sınıfın tümünü kapsayan tüm kazanımlar siyasi mücadele ile elde edilmiş kazanımlardır. Siyasi mücadeleyi göz ardı eden sadece işyeri örgütlenmesi ve işçinin o anlık maddi kazanımı amaçlayan her mücadele baştan kaybedilmiş mücadeledir. Sadece o türden mücadelelere verilen destek vicdanidir. Kaybedilmiş mücadelenin küçük kazancıdır.
Maaşlarını almak için açlık grevine bırakılan işçilerin bu duruma düşmesi ne yazık ki her gün kaybettikleri hukuku haklarıdır. Devlet sürekli olarak yeni düzenlemeler yaparak işçilerin haklarını ellerinden almaktadır. Kiralık işçi, taşeron firma, sözleşmeli personel gibi kavramlar işçileri nefes almayacak şekilde köle gibi çalıştırmak ve işveren kasasına daha fazla paranın birikmesini sağlamak içindir. İşçi bu hukuki tuzaklara sessiz kalarak düşmüştür. Elbette bu sessizlikte en büyük sorumluluk işçi sınıfının sendikalarıdır. Grevsiz ve grevli yandaş veya karşı gibi durup sessiz kaldıkları için yan değnek olan sendika ağaları ve onların yönettiği kurumlardır.
Sendikalar bugün meydanlara kendi sınıfsal çıkarları yerine günlük politikalar ve günlük çıkarlar için ise zaten sınıf kendisini arkadan bıçaklamış demektir. Taşeron işçi, kiralık işçi, sözleşmeli personel gibi siyasi kararlar karşısında siyasi direncini ortaya koyamamış sınıf baştan kaybetmiş ve açlık ile karşı karşıyadır. Sınıf etnik ve dini kavgaların arasında kendi sınıf bilincini ve çıkarını kaybetmiştir. Parçalanmıştır ve bu parçalanmadan en fazla karlı çıkan devletin işlevinde olan siyasi iktidar ve onun dayandığı sınıftır. Bugün faşizm dalgasının alenen üzerimizde uçtuğu, faşizm sembolü olan bayraklar ve sembollerin şehir meydanlarında büyük direklere asılı olarak dalgalandığı ortamda sınıf, sınıf olma bilincine sahip çıkmadığında ülke karanlık ve kanlı bir geleceğin içine koşar adım gidiyor demektir…
Ekonomik mücadele ancak bu karanlıktan zifiri karanlığa doğru gidişimize sadece destek verir, karanlığın hakimi olan siyasi iktidarın yelkenlerini şişirmekten başka işlevi olmaz…

İsmail Cem Özkan 

24 Mayıs 2016 Salı

Tanımıyorum….

Tanımıyorum….

Savaşın rüzgarı henüz garp cephesine vurmadı ama garp diyarında yaşananlar şark cephesinde yaşananların üstünü örtmek üzerine kurgulanmış gibi. Her şey günlük gülistanlık, her şeyin doğal akışında olduğu izlenimi verilirken ülke baştan aşağıya ortaçağ karanlığına gömülmektedir.
Ortaçağ insanlığa zulüm, acı ve savaştan başka şey vermemiştir. Karanlıkların hakim olduğu dönemlerde; din ve din ile geçimini sağlayanların sözlerinin emir olarak kabul edildiği zamanı işaret eder… O dönemde ne bilim, ne teknoloji, ne de insanlık bir adım ötesine adım atamamıştır. Canice öldürmek ve talan kültürünün hakim olduğu dönemde dünyanın hala düz, keşfedilmemiş kıtaların olduğunu bugünden bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Ortaçağ karanlığında en büyük kral bile domatesin tadını alamamış, patatesin nasıl bir şey olduğunu hayal bile edememiştir.
Karanlığı yenen ileriye doğru atılmış cesaret ile bir adımdır. O ilk adımdan sonra insanlık yeniden karanlığa doğru adım atmaz diye düşünürüz, çünkü karanlık ölüm demektir. Ne yazık ki ülkemiz ‘orient’ geleneği ve ortaçağ kültürünün yeniden canlandırılması ile Osmanlı marşı gibi iki adım geriye hem de uzun adımlar ile atmaktadır.
Karanlık ölümdür ve yaşadığımız zaman da şark diyarında ölüm şehrin bodrumunda gizlenmektedir. Bodruma sığınmış insanların üstüne alev ile saldırmaktalar. İnsanların cesetleri dna testleri ile tespit edilmesi bile güçlükler ile doludur. Yanmış, küle dönmüş insanlık şarkta günlük yaşamın bir parçası gibi sunulurken, garp illerinde şarktaki savaşın mültecilerinin yaratmış olduğu çelişkilerin içinde doğal, hep yaşanan şeylerin tekrarı gibi algılanmaktadır. Ülke karanlığa Arap harfleri ile hızlı bir şekilde savrulurken, garp diyarının ülkeleri bana gelmeyen mülteci çok yaşasın, bana geleni de paket edip gönderelim derdi ile şarkta alev atan liderin her isteğine olumlu yaklaşıyormuş gibi yapıp, çıkar çatışmasına göre tavizler vermektedir.
Tavizler ile savaşın yaşadığı şark daha fazla yıkılmakta ve TOKİ binaları ile yeniden inşaat edileceği söylenmektedir. Peki, orada yaşayan kültürü TOKİ mi yeniden yaratacak? Orada yok olan kültür ve komşuluk ilişkilerinin güzel evlatları ateş ile yanmışken kim onları ateşin içinden yeniden doğumuna sebep olacak?
Üzerine alev atılan insanların kemikleri ve külleri üzerine toprak serpiliyor... O serpilen topraklardan o güzel insanlar mı yeniden filizlenecek?
Ölüm ekiliyor... Coğrafyanın sınırı yok!
Ölüm ekilen yerde insan da olmaz fidan da!
Ölümün hüküm sürdüğü topraklar çöle dönüşüyor...
Tuz çürüdü…
Tuz toprağın üst katmanına kadar geldi…
Tuzu ekmeğe banıp da yiyen kültür orada yok!    
Şark illerinde ölüm hakim, garp illerinde ise mülteci!
Kim buna dur diyebilir?
Kim bunu engelleyebilir?
Hangi çıkar çatışması bizi aydınlığa savurur?
Hangi ülkenin insanı; “artık ölmek değil, birlikte yaşamak istiyoruz ama eşit koşullarda ve ana dilimizde!” diye bağırabilir. Yaşama hakkı elinden alınmışken…
Kim bu naif duygulara sahip çıkabilir?
Hangi çıkar çatışması bu güzel insanların yaşama hakkını elinden alan karanlığa karşı olur?
Dünya yeniden biçimleniyor... Ülkemizde bu biçimlenen dünyada yerini karanlık bir noktada almış gibi... Bize verilen görev; karanlıkta birkaç gözü doymaz insanın sermaye birikimine yardım edin, sizin kanınızdan, canınızdan ve de etinizden yararlansın! Sesinizi çıkarmayın!.. Hayır, buna hayır diyebilmek kolay ama bu hayırı yaşama geçirmek sanıldığı kadar kolay değil, çünkü el açmaya alışmış bir halk, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” diye ibadet ederken, kapı önünde el açıp, etek öperken daha çok Börklüce Mustafa’nın derisi yüzülüp Selçuk kazasında deve üzerinde sergilenerek gezdirilir… O zamana da fetret devri derlerdi, bugüne hangi isim verecekler ileride? Yaşanırken isim verilmez, yaşanıp anı olduktan sonra hadi o günlere bir isim verelim derler birileri ve uysa da uymasa da bir isim verilir…
Garp cephesinde derisi yüzülmüş insanı görmek için koşan ve festival havasında geziler yapanların olduğu bir memleket… Panayırı, festivali eksik olmaz… Garptan daha fazla batıcı görünümlü, içeriği daha ortaçağ tınıları ile meşgul kapı kullarının oynadığı bir oyun... Ne ölümü durdurmakta ne de gelmekte olan zifiri karanlığı... Tek tek haklar ellimizden alınıyor, tek tek insan olmanın onuru ayaklar altında toprağa karışıyor…
Halklarımız elimizden alınırken, ülkemin halklarından biri ateşler içinde dururken ülke turizmi çok gelişmektedir. Yurt dışına giden turist insanımız ülkemizin ne kadar çağdaş olduğunun resmini onurlu bir şekilde garp insanına gösteriyor… Ekranlarda gördüğünüz ve sizin içinizde yaşayan göçmen (misafir işçiler) o ülkenin insanı değil, onlar azınlık diyerek ülkeyi güllük gülistanlık gösteren bu ülkenin insanı; ölümlere karşı gözünü, çığlıklara karşı kulağını kapatmıştır…
Şark ve garpın ortasında bir kısrak başı gibi duran ve kısrak başını bıçağın keskin tarafına eğmiş bir şekilde “bu da kader ve yaşanması gerekiyorsa yaşayacağım” diyerek kaderinin çizgisine razı bir şekilde duran bu memleket bizim değil!
Tanıyamıyorum, tanıyanı da ben tanımıyorum…
İsmail Cem Özkan


15 Mayıs 2016 Pazar

Paranın konuştuğu yerde her şey susar!

Paranın konuştuğu yerde her şey susar!

Paranın söz söylediği yerde insan müşteridir ve tüketen biri olarak adlandırılır. İnsan üretimden uzaklaşıp sadece tüketen konumuna iteklenirken, üretimin daha fazla teknolojik seri olarak üretilen ürün hale dönüştürüldüğü, insan emeğinin yerini makinelerin ağırlıkla aldığı zaman diliminde insan düşünmeden tüketecek biçime dönüştürülüyor!
Teknolojik gelişme insanın hareket alanın daha da genişletildiğine inanılır ama tersine insanın hareket alanın gittikçe kısıtlandığı ve tepkisel ve de güdüsel hareketlerin hakim olduğu bir zamana doğru hızlı bir şekilde savruluyoruz.
İnsan kendi kendisini yok eden bir canlı konumuna bürünürken insan ile alakası olsun olmasın yaşadığı çevresinde ne varsa hepsini yok eden bir organa dönüşmektedir.
İnsan çevresini yok eden ve tüken bir makineye dönüşmüştür.
Doğa ile yaptığı savaşta insan; doğayı yok eden bir canavara makineler sayesinde dönüşmüştür.
Yaşadığımız zaman diliminde insan, akılını kullanmak yerine aklı belirleyen ve tüketimi tetikleyen algıların içinde biçimlendirilmekte ve yoğrulmaktadır.
İnsan bilgi ile değil, piyasa araştırmacıların belirlediği tüketim alışkanlığı içinde güdüleri ile hareket etmektedir. O kadar ki alışkanlıklarının yanlış olduğu ileri bir zamanda söylenmiş olsa da o reklamın güçlü etkisinden kurtulması zordur, çünkü toplum içine doğru diye algılanan ve yerleştirilen ticari başarıların toplumun kültür yapısını olduğu gibi değiştirdiğini ve yeniden biçimlendirdiğini sessizce kabul etmiş ve hatta o yeni duruma bin yıldır zaten içinde yaşadığımızı düşünmeden doğru kabul etmişiz.
Bizler kandırıldık, yaratılan doğruların içinde gerçeği yaşadığımızı sandık ama yaratılan bir gerçekliğin içinde doğru diye yanlışı yaşadık ve bunu sorgulayanları da bozguncu, toplum düzenini istemeyen, istikrar bozucu ve yok edilmesi ve de toplum dışına sürülmesi kişiler olarak kabul ettik.
Bilim doğrunun yanında değil, yaratılan gerçekliğin yanında yer aldı, bilim adamları aldıkları paranın karşılığı olarak yalanı doğrulayan gerçekler üretti ve bizleri bu doğruların içinde yaşamaya zorladılar.
Değer verilen, alanında uzman olarak kabul edilen, kafamızı ve bilgimizi zorlamadan onun gösterdiği hedeflere doğru bilinçsizce koşan ve tüketen bizler; uydurulmuş, yaratılmış birçok gerçekliğin içinde kendi doğrularımızın tek doğru olduğunu kabul ederek yaşadık. Tek doğrusu olanların oluşturduğu ortamda ise çatışma kaçınılmazdır ve o çatışmada neden öldüklerini bilemeyen milyonlarca ceset bıraktık arkamızdan. Üstelik işlenen cinayetleri doğal olarak görüp, ölümlerin bir kanser/savaş sonucu olduğunu ve kanserin/savaşın tedavisi olmadığını düşündük. Kaderimiz dedik, boyun eğdik, çaresiz ve zavallı konuma getirilişimizi sorgulamadan kabul edip boyun eğdik. Öldük. Her ölümüz yaşadığımız gibi tüketim üzerine oldu. Ölürken bile bizlerden para kazandılar, servetlerine servet kattılar.
İlaç, gıda firmaları, para hırsı ile piyasada olan ve hangi alanda olduğu fark etmeyen bir çok kapitalist, paranın hakimiyeti altında kendi kasasını doldururken, ürünü satılsın diyerek reklamın gücünü, iktidarın yarattığı ortam içinde toplumu ve insanı biçimlendirirken bizler sadece seyirci olarak kaldık. Gözlerimizin içine baka baka yalanlar söylendi, binlerce yılda yaratılan değerler para hırsının hakimiyeti altında çiğnendi, yok edildi ve yaratılan tüketici alışkanlığı içinde tarihin karanlık sayfalarına bırakıldı.
Doğal olan artık bir şey yoktur, çünkü insan emeğinin yerini alan makineler ile üretilen ne varsa artık insanı teslim alan ve biçimlendirendir.
Yalan bu dünyaya makineler ile hakim oldu, yalanını doğru olarak sunanlar ve yalana hizmet edenlerin hakim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ret edemiyoruz, çünkü bu yalanın içindeyiz ve her şeyimiz bu yalana teslim olmuş. Bilinçli ya da bilinçsizce güdülerimiz ile ya da tepkilerimiz ile bu sistemin parçasıyız. Aklımızı ancak tüketilecek ürünün hangisi daha iyidir diye çalıştırdığımız ve hatta arabayı bile bizim yerimize park edecek teknolojinin kölesiyiz.
Sağlıktan gıdaya, eğitimden, savunmaya yaşantımız içinde neyi tüketiyorsak hepsi hepsi yalan!
Sevgimiz bile yalanın ve tüketimin bir parçası oldu. Tüketiyoruz kondom tüketir gibi, geleceğimizin tohumlarını bile kondomun içinde kanalizasyondan aşağıya bırakıyoruz.
Bizler, yavrularımız, ölülerimiz hepsi hepsi tüketimin bir parçası ve müşteri olan birer rakamlarız. Bankalarda görmediğimiz rakam paralarımız gibi sokaklarda dolaşan ve bir yer işgal eden birer tüketici rakamlarız. Sistem para hırsı olan her insanı kendisine köle yapmış…
Sanat işte bu yalanların hepsidir. Para karşılığı olmayan her hangi bir ürün sanat değildir… Alınıp satılan ve değeri olan her şey sanat olarak ve doğru olarak bize sunulur… Yalan en büyük sanattır ve yalana hakim olan para sanatın en değerlisidir…
Paranın konuştuğu yerde her birey susar ve ona hizmet eder…
Paranın hakim olduğu düşünce yapısında her şey daha fazla kar ve daha fazla gelir için mubah olarak görülür ve acımasızca amaca hizmet eden araçlar olarak kullanılır…
Daha fazla tüketmek için kandırılmaya devam ediyoruz. Daha fazla üretilen her teknoloji ürün bizi teslim almaya ve beynimize Alzheimer tohumları ekmeye devam etmektedir.
Düşünme tüket, sadece yakışıp yakışmadığına ve çevren nasıl düşünür ne düşünür diye içgüdün ile bak, duygusal tepkini ver denemektedir.
Paranın hakim olduğu yerde düşünmeye gerek yoktur, biat edin yeterli. Tüketin!

İsmail Cem Özkan 

10 Mayıs 2016 Salı

İlerici darbe olmaz!

İlerici darbe olmaz!

Darbeler hayatımızın bir parçası, her on yıl içinde tarihsel çizgimiz içinde durmadan post ya da açık darbelere sahne oldu ve sonuçlarını daha kötüye giden ve sorunların daha karmaşıklaştığı bir süreci yaşıyoruz. Darbeler sorunları çözmediği gibi daha da karmaşıklaştırdı ve içinden çıkamadığımız karanlığın içinde bireysel kurtuluşa kadar vardırdı bizi. Bireysel kurtuluşun çare olmadığı mülteci olarak yaşayanların trajedilerinden biliyoruz, toplum ancak bir arda ve bir arada olduğu zaman mutlu bireylerin oluşmasına olanak vermektedir. Tersi ise doyumsuz, kavgacı, hırs ile dolu bireylerin oluşturduğu toplum çatışmanın ve ölümün hakim olduğu zamanı yaşar. Ne yazık ki yaşamaya da devam ediyoruz.

Darbeler haber vermeden gelir ama önceden haberini çıkardığı sesler ile duyurur. Bir sabah erken saatlerde radyolarda ve tv haberlerinde okunan metin olarak gelir, o metinin içeriğinin pek önemi yoktur, çünkü o metinde söylenen süslü lafların arkasını kan ve acı ile dolacaktır. Darbe var olan tarihsel akışa bilinçli müdahaledir ve kim adına yapıldığı kısa zaman sonra çırılçıplak olarak ortaya çıkar.

Her darbe geriye tarihsel çizginin geriye doğru çekilmesidir.

Darbeler, söylemde özgürlük, demokrasi, adalet adına birilerin bizim iyiliğimizi düşünmesidir. Birileri eğer birilerin iyiliğini düşünüyorsa, o iyiliği düşünenlerin kafes içine konulup hayattan ve çağından izole edilmesidir. Çünkü her daim saldırı altında olduğuna inandığı savunduğu ideal toplumun koruma güdüsü ile yapılan bir eylem gibi gözükse de toplumun bir arada tutan ticari hayatın istikrarını korumaktır. Burada ticari yaşamda istikrar elbette darbe yapanlar ile çıkarsal ilişkisi olanların çıkarlarıdır. Dengesiz devam eden ilişkilerin yandaş yönünde devlet olanaklarının kullanılması ve o devlet mekanizmasının yarattığı baskı aracının devam ettirilmesi anlamındadır. Darbeler kim için yapıldığına bakmak istiyorsanız kimlerin faydalandığına bakmanız yeterlidir. Halk adına yapılan her darbe aslında halkın başına çorap ördürülmesi ve biraz daha fakirleşmesidir. Geleneğinden ve geçmişinden koparılarak karanlıklar içinde yaşamasına olanak sağlamasıdır.

Darbeler her ne kadar iç dinamiklerin mücadelesi olarak yansıtılsa da aslında dünyada ki hakim olan sistemin çıkarına uygun ülkemize verilen roldür. O role uygun lider seçilir ve o lider birden ülkenin umudu olabilir. Yeni sermeye birikimine olanak veren ve klasik sermeye grubunun alanını daraltan müdahaleler sayesinde toplumda birikmiş olan öfkenin azalmasına olanak verir, çünkü yeni ilişkiler yeni pay dağıtmalar toplum içinde olma olasılığı yüksek olan isyanın önüne baraj kurulmasıdır, muhalefetin parçalanmasıdır.

Muhalefetin işlevsizleştirmesi var olan ama yok olmuş, iflas etmiş olan devletin de yaşanmasına ve yeniden kendisini onarması için zaman kazandırır. Restorasyon adı verilen bu süreç içinde işçi sınıfının mücadelesi ile elde ettiği tüm kazanımların yok edilmesi ve örgütsüzleştirilmesi sürecidir, çünkü kapitalist sistemi tek yok edecek güç, sistemin içinde var olan işçi sınıfının iktidarıdır.

Kapitalist sistem için en önemli şey, işçi sınıfının örgütlü güç olmasını ortadan kaldıracak darbelerin var olmasını savunmak ve bunu yapmak için ortam hazırlamaktır. Elbette tröstleşen dünyada daha fazla kar ve daha fazla alanda ticaret yapma hırsı önünde engellerinde kaldırılması zorunludur.

Liberal ekonomi anlayışına uygun olarak liberal yaşam biçiminin bir dönem popüler olması tesadüfi değildir, çünkü bireysel özgürlük adın verilen bu süreç içinde kapitalist sitem var olan sosyal olan her şeyin dağıtılması ve mücadele ile elde edilmiş olan tüm hakların şirketlerin eline bir iş alanı olarak geçmesidir. Sağlık, eğitim, savunma, lojistik gibi kavramlar artık devletin tekelinde olan alanlar değildir. Sosyal devlet artık geçmişte kalan bir anıdır. Bireysel kurtuluş olarak görülen yağma ve başkasının üzerine basarak ayakta kalmak, kapı kulu olmak üzerinde konuşulacak konu bile olmaktan çıkmış, yaşantımızın bir parçasıdır.

Bugün çok şikayet ettiğimiz haber alma hakkımız ve gerçeklerin olduğu gibi yansıtılmadığı durum, çağın ihtiyacına uygun olarak birer propaganda aracına dönüştürülmüştür. Bu propaganda aracına döndürülme sürecide medya sahiplerinin sermeye grubu içinde olması ile başlar. Medya artık kördür. Medyayı kör eden çıkardır, medya patronun cebidir, yoksa işine geldiğinde her şeyi görür... Medya patronları da çıkarları ülkemiz içinde göbekten iktidara bağlıdır ve iktidarın çıkarına göre görmesi gerekeni görür...

Bir ülkede darbe koşullarını yaratan ‘Embedded Medya’nın oluşturmuş olduğu ortamdır. Elbette sadece medya aracılığı ile olmaz ama en önemli aracıdır. O araç sayesinde toplumun hangi konular etrafında konuşacağı ve hangi konulara öfke duyacağı belirlenir.

Son haftalar içinde Erdoğan sürece yandaş medyasının gücü ile müdahale etti, yine biz bakar olduk ve üstüne üstlük çok konuşan ama etkisiz bireyler olarak somut durumumuz daha çıplak olarak ortaya çıktı...

Son AKP kongre kararı aldırılması süreci ‘dost’ darbe olarak adlandırılmıştır. Post yerine dost! Yeni parti başkanın başbakan olacağı kongre ile ülkede siyasi yapının artık başkanlık sistemine fiili dönüştüğünü açıkça ilan edildi. Fakat bu fiili durumu yasal zemine henüz taşınmadı. Yasal ile fiili durumun ortaya çıkardığı boşluk ne yazık ki ülkemizi yeni darbelere kapı açmıştır.

Erdoğan bu süreci başarılı bir şekilde yönetmesini sağlayan en önemli gösterge karşısında muhalefet yapının zayıf olmasıdır. Parçalı ve zayıf bir muhalefet ile çoğunluk her daim sağlamak daha kolaydır, çünkü muhalefet partiler çıkarlarına göre zaman zaman iktidarın yedek değneği konumuna gelmektedir.

Erdoğan parçalı muhalefetin oluşması için kendi içinde danışıklı dövüş ile sadık adamlarından bu süreci kontrollü şekilde yönetmek için muhalefet hareketi kurdurmuş olabilir, bu sayede muhalefetin tek parça olması engellenerek hedefine sağlam adımlar ile gidebilir... HDP, MHP bilinen dağılma sürecini yaşıyor, birinde liderlik sorunu diğerinde oy verecek halkın yerleşim problemi. HDP seçmeni mülteci konuma getirildi, evlatları öldürüldü... Seçim sürecinde HDP eski başarıyı yakalaması gerçekten zor, çünkü batıdakiler canlı bomba ile yapılan eylemler ile korktu… Canlı bomba korkusu toplumda ki dinamiklerin altını üstüne getirdi... Suriyeli yeni seçmen de artık bu geçiş sürecin anahtarı konumunda olacak... Meclis dışı ne yazık ki kitlesel örgütlü yapı yok... Varmış gibi yapanlara aldanmamak gerek, çünkü ilk krizde dağılmaya uygun ve krizi yönetemeyenlerin tarihi konumunda... Muhalefet kriz koşullarını yönetemeyen konumunda, her kriz koşulunda kendi iç sorunları ile (örgütsüz yapısı) uğraşarak ayağına gelen fırsatları yok etmiştir.


İsmail Cem Özkan 

30 Nisan 2016 Cumartesi

İstanbul’da 1 Mayıs!

İstanbul’da 1 Mayıs!

İstanbul’da ilk 1 Mayıs 1912 yılında kutlandı. Onun öncesi elbette işçi sınıfının ağırlıkta olduğu 1909 yılında Üsküp ve Selanik’te 1 Mayıs, çok kültürlü yapıya uygun olarak dört dil ile basılan bildiriler ile duyurulmuş ve kutlanmıştır. O dönemin en önemli siyasi istemi “herkese seçme ve seçilme hakkı”  talebi olmuş.
1912 yılında Hüseyin Hilmi Bey’in başkanı olduğu Osmanlı Sosyalist Fırkası, İstanbul’da işçi dernekleriyle birlikte (İstanbul) Pangaltı’daki Belvü bahçesinde 1 Mayıs kutlamaları için mütevazı şekilde bir araya gelmişler.
İstanbul’da Türkiye Sosyalist Fırkası tarafından gerçekleştirilen ilk kitlesel 1 Mayıs 1921 yılında gerçekleşmiş. Dönemin Osmanlı idaresi yasaklamış olmasına rağmen işgal altında kitlesel 1 Mayıs her şey göze alınarak kutlanmış.
1922 yılında ise 1 Mayıs Komisyonu kurularak tek elden yönetilmiş. ‘1 Mayıs Komisyonu’nda; Türkiye Sosyalist Fırkası, Türkiye İşçiler Derneği, Beynelmilel İşçiler İttihadı, Sosyal Demokrat Fırkası, Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Partisi, Ermeni Sosyal Demokrat Fırkası ve Esnaf Cemiyetleri yer almaktadır. Komisyon, Pangaltı’da toplanılacak ve yürüyüş yapılarak Kağıthane’de kutlanacağı ilan edilmiş. Ve ilan edildiği gibi de kutlanmış.
1923 yılında ise 1 Mayıs, Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası ve Ankara Hükümeti’ne yakın Umum Amele Birliği tarafından ayrı ayrı kutlanmıştır. Tam altı ay önce Hüseyin Hilmi Bey ( Türkiye Sosyalist Fırkası lideri) öldürülmüştür. Buna rağmen 1 Mayıs kutlamasını yapmışlar.
1924 yılında göstermelik bir kutlamaya izin verilmiş, 4 Mart 1925’te kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu ile demokratik haklar yok edildiği gibi, 1 Mayıs’lar üzerinde yıllar boyu devam edecek yasaklı yıllar başlamıştır. 
1976 yılında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu tarafından İstanbul (Taksim’de) düzenlenen mitingle bu yasak sona erdirilmiştir.
1977 yılında İstanbul Taksim Meydanı'nda yaklaşık 500 bin kişiyle en geniş katılımlı 1 Mayıs toplantısı düzenlendi. Ancak, göstericilerin üzerine ateş açıldı ve göstericilerden 34'ü, yaralanarak ve üstlerine ateş açılması sonucu çıkan izdihamda ezilerek öldü. 1977 yılının 1 Mayıs günü, tarihe ‘Kanlı 1 Mayıs’ olarak geçti.
1978 yılında yüzbinlerce kişi tarafından Taksim Meydanı'nda kutlandı.
1979 yılında yasaklandı, ona rağmen korsan gösteriler ile bu hak kullanıldı, 1981 yılında tamamı ile yasaklandı.
1989 yılında yasaklara rağmen kutlandı, etkinliklerde polisinin açtığı ateş sonucu işçi Mehmet Akif Dalcı yaşamını yitirdi.
2007 yılında Taksim yeniden işçilere açıldı.
2010 yılında Taksim’de kutlanılmasına izin verildi.
2013 yılında tekrar yasaklandı. Taksim yayalaştırma projesi adı altında getirilen yasak bugün dahi devam etmektedir.
Taksim bir inatlaşma alanı değildir, aksine hak edilmiş ve kanlar ile yazılmış bir tarihin mirasıdır. Faili meçhul cinayetlerin kitlesel olarak uygulandığı bir alandır. İşçi sınıfının kitlesel ve bir arada olduğu etkinlikler bilinerek ve sistemli olarak yasaklanmaktadır. Taksim dışında izin verilen Kadıköy meydanında ki etkinliğe de polis saldırmış, orada da vatandaşlarımız öldürülmüştür. Polis hangi alanda kutlanılırsa kutlanılsın saldırmak için yukarıdan emir almış ve emri yerine getirmiştir.
İşçi sınıfının tırnağı ile elde ettiği hakların gaspına karşın kazanılmış hakkın elden alınmasına karşı girişilmiş bir mücadeledir. Taksim bunun sadece bir sembolüdür. Sermayeyi temsil eden devlet, tüm gücü ile işçi sınıfının kazanılmış haklarını elden almak ve sindirmek için her türlü baskı aracını kullanmaya ve işçi sınıfını içten parçalayabilmek için yandaş sendikalar aracılığı ile Taksim üzerinden söylem geliştirmektedir.
Taksim, Kavel Direnişi ile elde edilen sendikal hakların geri alınmasına karşı geliştirilen bir direniş hattının sembolüdür.
Kavel’de direnen işçiler ve önderinin kararlı tutumu ile sendikal hak yasal olarak güvenceye alınmasına rağmen, 12 Eylül sonrası kurulan sendikalar grevsiz bir kitle örgütü olarak işlevsiz olarak varlıklarını devam ettirmesi bu 1 Mayıs etkinliğinin ve geçmiş ile bağının önemi bir kere daha ortaya çıkmaktadır.
Taksim, Kavel ile kurulan bağın sembolüdür.
Taksim, DİSK’in devrimci olduğu dönemlerinin ruhunu taşıyan ve Kazancı yokuşunda sıkışarak öldürülen işçilerin mücadele alanında yaşadığı yerdir.
Taksim, korkutmaya karşı direniş, sindirmeye karşı başkaldırı, yok sayılmaya karşı sınıf olduğunun haykırıldığı bir alandır.
Taksim tesadüfen ortaya çıkmış bir alan değildir, 1 Mayıs’ı yaratan işçi cinayetlerine karşı yaşama hakkının savunulduğu mücadele alandır…
1 Mayıs’tan Taksim’i alın içini boşaltmış olursunuz. Bunu bilen devlet, tüm organları ile Taksim etrafında duvarlar örmekte, işgal edilecek bir alan olarak görmektedir.
İşçi sınıfının sesi bir gün mutlaka o meydanda özgürce dalgalanacak ve kardeşlik, bir arada, çok dilli, çok kültürlü, çok inançlı işçilerin birliği ile o güzel günler yaşanacaktır.
Taksim mücadele alanıdır, hayallerini satmayanların bir arada olduğu alandır…
1 Mayıs’ta ölen, öldürülen, faili meçhul cinayete kurban giden tüm işçi sınıfı ve dostlarını saygı ile anıyorum, mücadeleleri bugün dahi mücadele alanlarında yaşamaya devam ediyor, onlar ölmedi, yaşıyorlar!

İsmail Cem Özkan

24 Nisan 2016 Pazar

Ergenekon davasına son nokta kondu!

Ergenekon davasına son nokta kondu!

Ergenekon davası henüz adı konulmadan yapılan operasyonlar ve bir çuvalın içine değişik dünya görüşünden insanı yığmaları aslında var olan kontrgerilla teşhirinin üstünü örtmek ve açılması muhtemel olan yakın tarih ile yüzleşmenin önüne bent oluşturmak için yapıldığı görüşü bende hakimdi ve o günlerde yazdığım yazıların konusunu oluşturuyordu. O zaman ki iddiam olan bu olmayan örgüt adına açılan davada yer alan her olayın aklanacağı, çünkü olmayan örgütün davası olmaz tezimi bugün alınan karar ne yazık ki doğruladı.

Ergenekon davası bir örgüt olmadığı gerekçesi ile davaya son nokta kondu ve o davadan yargılananlar bir şekilde aklandı. O davanın içinde gerçekten suçlu insanlar vardı, yapılar vardı. Eğer Susurluk Davası ile gerçek anlamda üstüne gidilmiş olsaydı Ergenekon davasına ihtiyaç duyulmadan faili meçhul cinayetler ve darbelerin üstüne gidilebilinirdi, fakat gidilmedi ve sürüncemeye bırakılarak birkaç söylem dışında ortada somut bir iş olmadan sonlandırıldı ama bu sonlandırılma işi yeni açılan bir davanın oluşturmasına zemin olacaktı. O zeminde açılan Ergenekon adı verilen dava bir anlamda Susurluk’ta yapıldığı gibi aklama davası olacağı tezim bugün doğrulanmış oldu. Bu aklama davasında suçlu suçsuz, haberi olan olmayanın bir dosyaya birleştirilmesi ve gerçek suçun gözden uzak tutulması amaçlanmıştı ki bunda da başarılı olundu. Birkaç simge isimin etrafında dönen tartışmalar bu örtünün nasıl kullanıldığını çıplak olarak bize gösterdiler. Gerçek suçlular, birileri için kahraman olarak çıktı ve sessizliklerini hala da korumaya devam ediyorlar. Suç hala ortada, faili belli ama artık kimse o faile sen suçlusun deme konumuna şimdilik sahip değil, çünkü yakalanmış, yargılanmış ve aklanarak çıkmış dava tutanakları var elinde!... Onların işlediği suçları bundan sonra uluslararası mahkemelere taşlayacak bir sürecin önü kapanmıştır. Ergenekon davası açılırken aslında bu sonuç ile biteceğini herkes biliyordu ama bu davayı bahane ederek açan siyasi irade gerçek amaçlarına ve hedeflerine ulaşılmıştır.

Sağ gösterip sol vurulmuştur. Bu sol vuruşu medya ayağı olarak Taraf Gazetesi özel olarak kurgulanmış ve verilen görevi en iyi şekilde bavullar ile yerine getirmiştir. O bavulu taşıyan, bavulun içini dolduran, bavula içeriğini bilmeden savunma hakkını yok sayarak kesin kanaatler ile sonuç üretenler yaşadığımız bugün ki kriz ortamını doğmasına sebep olmuşlardır.

“Kullanışlı aptallar” adı verilen gönüllü ya da profesyoneller eli ile bu davaya biçim verilmiş ve istenilen belgeler yaratılmıştır. Mağdur olduğunu iddia eden bir iktidar, yeni mağdurlarını “kullanışlı aptallar” eli ile yaratmıştır. Bu el ile toplusal hareketlilik ve kitle örgütlerinin altını boşaltmış ve yeni kavramlar ile algı operasyonunda kullanılmıştır. Hissettikleri yüksek söylemeye çalışanların sesleri yok edilmiş ve tek bir iddia üzerinden suçlular olarak kabul edilenler ayrım gözetilmeden ve suçların tasnifi yapılmadan var olan ve failleri ortada olmayan tüm suçların failleri bulunmuş gibi yapıldı ve geçmiş bir anlamda temizlendi. “Temiz Eller” operasyonu adı verilen ama ‘kirli ellerin’ daha da kirleterek kirli bir operasyona damgalarını vurmuşlardır. İddia üzerine yapılan saldırılar, iddia üzerine yapılan oturumlar ve iddia üzerine medyaya verirken ayarlar otokratik bir devletin olgunlaşması için ortam hazırlanmış ve bu bilinen yol bile bile savunulmuştur.

Yalnız geçmişte hiç acı duymayanlar, işkence tezgahlarından geçmeyenler, işkence tezgahından geçmişler adına öç alma yarışına girmişlerdir. Fakat olayı yaşamayanlar kulaktan dolma bilgiler ile savunma hakkını ve tutukluluk süresini ortadan kaldıran uygulamalar 12 Eylül zulmü ve askeri ile yüzleşeyim derken aslında yüzleşildi sanılan bir olgunun paralelini yarattıklarının farkında bile değillerdi. Dava ile hiçbir aşamada yüzleşilmedi, yeni suçlar ve acılar yaratmak dışında.

“Hukuk siyasi iktidarın fahişesi” olurken, bir grup ‘kullanışlı aptallar’ bu iş için ortam hazırlayıcısı konumuna soyunmuş olduğu, çıkarları ile örtüşen alanlarda masa başına geçtikleri ya da kürsülere sahip oldukları gözüküyordu.

Bu dava kullanılarak, hakim ve savcıların göreceli özerk yapısı tamamı ile ortadan kaldırılmış ve iktidara tabi olan bir adalet ve hukuk sistemi oturtulmuştur. Bu dava siyasi bir dava olduğundan siyasi iktidarın çıkarlarına uygun olarak yeniden bozulmuş ve “paralel devlet” adı verilen paralele bir örgütü ortaya çıkarmak için fırsat olarak kullanılmıştır. (Henüz ‘paralel yapı’ adı verilen ve her türlü suç ve günah onların üstüne yıkılan davanın sonucu ne olacağını şimdiden söylemek çok güç, çünkü belirleyici olan hukuk değil iktidar mücadelesidir. Elbette onların içinde Ergenekon davasında olduğu gibi gerçek suçlular var ve bilerek onları destekleyen, lojistik destek verenlerin olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız, fakat önemli olan savunma hakkına saygı ve hukukun üstünlüğü kavramının hayata geçirilmesidir.) Paralel devlet ve söylem ile iktidar kendi üstüne düşen tüm suçları başkasının üstüne yıkmış ve sanırım yakında o suçların da üstünü örtecektir, çünkü gerçeklerin tam anlamı ile ortaya çıkması demek suç ortaklarının da gün yüzüne çıkması demektir. Paralel yapı adı verilen operasyonlar bir anlamda iktidarın zayıf noktasını sağlama alma çabasından başka şey değildir.

İktidar mücadelesinin ortasında kalan Ergenekon davası iktidarın çıkarlarına uygun olarak aklanmış ve noktalanmıştır. Bu noktalanma aynı zamanda kontrgerillanın yapmış olduğu tüm suçların ve faillerinin üstünü örtmek anlamındadır. Cinayetler ortadadır, faillerin üstünü aklanmış bir Ergenekon davası kararı vardır. Faili meçhul cinayetlerin katilleri bilinmesine rağmen, devlet nezdinde onurlandırılmaya devam edilmektedir. Çünkü siyasi çıkarlar bugün onu gerektirmektedir.

Geçmişte yaptıklarından pişman gibi gözüken liberaller (solcu, sağcı, dincisi) bugün dahi hala “yetmez ama evet” demeye devam edeceğiz derken, bu dava nezdinde kimleri akladıklarını ve nasıl bir ortam yarattıklarının farkında olmalarına rağmen, bir iddia uğruna “dönen dönsün yolundan” demeye devam etmekteler ve hiçbiri geçmişte yaptıklarından pişman olmadan… Gerçek anlamda özeleştiri yapmadan, arada “kullanıldık” demek ile geçmişin üstü ne yazık ki örtülemiyor…

Ergenekon davası bitti ama biçim değiştirerek kontrgerilla suç işlemeye ve yeniden yeniden toplu katliamlar ve linç yaratmak için ortam hazırlamaya devam ediyor. Geçmiş ile gerçek anlamda yüzleşilemediği sürece katliamlar, linçler hayatımızın bir parçası olmaya devam edecektir.


İsmail Cem Özkan

21 Nisan 2016 Perşembe

En önde kavganın birer bayrağı oldular!

En önde kavganın birer bayrağı oldular!

Devrimci Yol’u devrimci yol yapan antifaşist mücadele en ön saflarda her bir devrimci yolcunun Mahir Çayan olmasıdır. Gözü kara, inançlı, savunma hattında faşistlere karşı vücudunu siper yapan gençleri gören halk onları kucaklamış, kendi evlatlarından üstün görmüştür. Devrimci Gençlik geçmişin mirasını taşırken yeni destanlar, yeni öyküleri ortamın özelliklerine göre yeniden yeniden yazmıştır. O yüzden ülkenin her tarafında farklı farklı Devrimci Yol yaratılmıştır.

12 Eylül mahkemelerinde ülke sathında başka başka içerikte Devrimci Yol davaları açılmıştır.

Devrimci Yol hepsini ortaklaştıran isimdir, onun dışında her biri kendi yöresinde birer Mahir olan gençlerin direncidir.

Liderlik kadrosu gözle görülmez, dergi sayfalarında birer harf olurken, her biri Mahir olan bu gençler hayatın içinde hayatı yeniden yorumlamışlar, direniş hattında ön saflarda halk ile birlikte, halka zarar gelmeyecek şekilde halkı savunmuş, halkın umudu, geleceği, yüz akları olmuştur.

Her ne kadar ki ‘nokta operasyonu’nda direniş hattı kuramamış olsalar da, destek ve dayanışmayı arzu edilir şekilde karşılayamamışlarsa da inançlı, davalarının arkasında yiğitçe durmuş, işkence tezgahlarında işkence odalarının duvarlarını şahit yaparak direnişin en yiğitçesini İbrahim Kaypakkaya adına layık bir şekilde gerçekleştirmişlerdir.

Onlar geçmiş liderlerin yaratmış olduğu yolda yürürken, idam ipini boğazına geçirirken “yaşasın hakların kardeşliği, yaşasın mücadelemiz” sloganları atarken her biri Deniz Gezmiş olmuştur. İdam sehpasında, işkence tezgahında direnişin, onurun, yaptığından pişman olmayan sloganını atarken bugün dahi mezarı olmayan devrimci yolcuların mirasını Seyit Rıza’dan aldıklarını bugün daha çıplak olarak görmekteyiz.

Devrimci Yol’u devrimci yol yapan tabanında yer alan gençlerin inançları, kararlılıkları ve sonunda ölüm olduğunu bile bile “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi...”  diyerek yaşamı çok sevmeleri ve geleceğe olan özgüvenleridir.

Ölüm korkusu yoktur, halk için halk ile birlikte en ön saflarda direniş çizgisini bir örgüt olarak kurmuş, örgütlü bireylerin yaratmış olduğu direniş komitelerin yönlendirici ve kendiliğinden gelişmeye karşı bilinçli müdahil olmalarıdır. Gelen faşizm dalgasını her saldırıdan ders alarak, gecekondu mahallerinde, fabrikalarda, Yeni Çeltek Madeninde yeraltında, yer üstünde, hayatın tüm alanında örgütlemişler. Bilinçli, bilerek direniş hattını oluşturmuş ve en ön saflarda yer alarak işçiye güven, halka umut olmuşlar.

Bir hareket geçmişin anılarında hala taze olarak yaşarken, hala o gençlerin yaratmış olduğu Devrimci Yol yaratma ve yeninde aramıza katılması hayali bugün dahi canlıdır. Bugün geçmişin sloganları, dergi sayfaları, afişleri paylaşılıyor ve yeniden yeniden yorumlanıyorsa, işte yaratılmış olan bu çizginin militan gençliğin emeğindedir. Onların her birinin bir Che olmasındandır.

Uluslararası dayanışmayı, yerelden evrensel bir direniş çizgisini yaratması, kendine özgü, yerine göre halka birlikte direniş hattı kurması ve “Devrimcinin görevi devrim yapmaktır!” anlayışına uygun tüm birikimlerini, hayatlarını bu yola adamışlar. Bireysel kaygılar yerine birlikte yaratılan mücadelenin daha ileriye nasıl taşınırı kendisine kaygı olarak algılaması ve bireysel akıl yerine toplumsal akla uygun olarak ortak hareket etmesi ve o akılın eseri olan direniş hattının yaratılması tesadüf toplumsal olay değildir, çünkü onlara yol gösteren Kızıldere dayanışmasıdır.

Bilerek ölüme gidenlerin “Devrimden başka bir hayat yoktur.” düşüncesi ile kavgada son nefeslerini direnerek vermişlerdir. Ne itirafçı, ne dönek, ne de kavga kaçkınıdırlar. Hayatlarını ortaya koymuşlardır ve o kavgada bir nefer olmanın getirmiş olduğu özgüven ile geleceğe selam göndermişlerdir.

O büyük gün geldiğinde
ben kimbilir kaç yıldan beri
ebedi yatağımda, toprağın derinliklerinde
sonsuz bir uykuda olacağım.

Fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi,
uyanıp, sesimi kimse duymadan
o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla,
kara toprağın altından ben de haykıracağım.

Unutulup geçmişte kalan acı dünü,
kimbilir belki bir kış günü,
üzerimi yorgan gibi kaplayan,
bembeyaz karın soğuğundan,
ya da sonbahar mevsiminde,
kemiklerime işleyen yağmurdan duyacağım.

Ve milyonları saran o doyulmaz sevince
ben de sessizce ortak olacağım.

Mevsim ilkbahar, sıcak bir yaz olsa da
gece gündüz farketmez ben her zaman hazırım.

Adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da,
kalmamış da olsa bu dünyada mezarım,
hatırlayıp tek canlı gelmese başucuma,
o müjdeyi ben doğadan alacağım.

Nasırlı ellerce yaratılan o görkemli bayrama,
hiç kimse farketmeden ben de katılacağım.

Mustafa Özenç

Devrimci Yol bir anlamda Mustafa Özenç’in yazdığı dizelerde harflerdir, duygudur, inançtır. Bugün o geleneğe, o kültüre hayran duyularak bakılıyorsa, hala anıların en güzel yerinde duruyorsa, kavganın bu güzelliğinde yer alan devrimci yolcuların alın teri, hayali, inançları, özgüvenleridir.

Devrimci Yol örgütlüktü, bireysel değil ortak akılın ürünüydü. Her bir sempatizanın, üyesinin yerele özgü kattığı renkti. Kendiliğinden gibi gözüken ama aslında bilinçli müdahalenin savunma hattında hayat bulduğu alandır. Bugün o gerçeğin sadece kendiliğinden tarafı göz önüne alınıp, bilinçli müdahil bölümü göz ardı edildiği için ölü doğan girişimler olmuştur. Yenilgi sonrası yaratılan ortamda her müdahale bir anlamda ölü doğmuş çocuk gibidir, örgütlü olmak yerine arkadaşların yan yana gelip örgütmüş gibi davranmasıdır. Yeniden demek ile yeniden olmuyor, onu yaratacak örgütlü ve bilinçli müdahaledir…

Devrimci Yol’u yaratan Kızıldere’dir. O son noktada bilerek girilen yolun sonunda ortaya çıkan yeni dalgadır. Oradan sağ kurtulmuş liderin yeni yaratılana sadece izleyici olarak katılmasıdır. Ne müdahil olmuştur ne de ona olanak veren ortam olmuştur.

Tarihe bakarken keşke şöyle olsaydı filan denmez, çünkü Marksist tarih bakış açısında o olay öyle olmuştur ve olduğu gibi kabul edersin. Değiştiremezsin… Yaşanmıştır ve bitmiştir ama o yaşanmışlıktan ders çıkarırsın. Kızıldere’den ders çıkaran önderlikler yaşamayı seçmişler ve bireysel duruşlarını ortaya çıkarmışlar ama yenilginin daha ağır olmasının sebebi olmuşlardır. Bugün yaşanan kriz ortamını aşamamanın en önemli sebebi krizi yönetecek yetenekten yoksun olmaktır. Kriz yönetilemediği için aynı kökten onlarca ayrı kanat çıkmış her biri geçmişi savunup ileriyi kucakladıklarını söylemiş olmalarına rağmen bugünü tam olarak algılayamadıklarını yaşanan süreç göstermiştir.

Direniş komitelerinin adı değiştirilip bugünlerde birçok değişik görüşün yan yana gelip oluşturmuş olduğu birlikler hakkında da bir söz söyleme ihtiyacı duymaktayım, örgüt olamamış yapıların yan yana gelmesi ile örgüt olunmaz. Kendiliğinden ve dağılmaya her an müsait yapıların savunma hattı oluşturması, zayıf halkaların oluşturmuş olduğu birliklerin daha fazla hayal kırıklığı yaratmasına uygundur. Geçmiş bu hayal kırıklıkları ile doludur ve insanların var olan güvenlerinde yok olmasına sebep olmaktadır. Gün geçtikçe büyümesi gereken yapılan gün be gün erimesi ve salonlarda ve mezar başlarında anma yapması bunun göstergesidir. Geçmişi yaşatmak demek, geçmişin daha ilerisinde adım atılması demektir. Diğerleri hepsi zaman doldurmak ve safları biraz da olsa anılarla ayakta tutma telaşıdır…

Umarım ki yeni hareketler yaratılır ve artık geçmişin anılarını okuyup onların anılarından eteğimizde birikmiş taşları atmak için fırsat kollamaktan kurtuluruz. Anılar suçlu aramak ve suçluyu mahkum etmek üzerine kurulu olursa ileri bir adımın önüne engel koymaktır, ne yazık ki bir çok anı kitabı bu işlevi görür hale geldi…

Bugün dahi bize Kızıdere bir şeyler söylemeye devam ediyor, dayanışma ile ama örgütlü güç ile başarı elde edilecektir… Kavel’den bugüne gelen öğreti budur… Dayanışma, halk, inanç olmadan ne Kavel olurdu ne de işçi sınıfının grev hakkını içinde barındıran sendikası olurdu.

Kavel’de ‘grevsiz sendika olmaz’ mücadelesini yüzlerce insan savunurken bugün daha büyük kitlesine sahip ama grevsiz sendikaların olması da ayrı bir ironidir. İşçi sınıfı yeni Kavel’lere, yeni işçi önderlerine ihtiyacı vardır.


İsmail Cem Özkan

18 Nisan 2016 Pazartesi

Mağdurlar gerçekten mağdur mu?

Mağdurlar gerçekten mağdur mu?

Günümüzde algılar ile oynayan araçlar o kadar gelişmiş ki, neyin doğru neyin algı operasyonu olduğunu bile algılayacak konumda değiliz. Bilincimiz ile oynuyorlar, hayata bakışımızı biçimlendiriyorlar, sürekli elimize teknoloji ürünü verip bizleri bağımlı yapıyorlar. Bağımlı insanın kendisine ait düşüncesi olmaz, çünkü bağımlı olduğunu elde etmek onun tek hedefidir ve o hedefe giden yolda her türlü yalan ve düzenbazlık mubah sayılır…

Mağdur olanların toplumda bir karşılığı her zaman vardır ve mağdur olana karşı duyulan hisler ve tepkiler bir anlamda kendi zavallılığımıza duyduğumuz korkunun dışa vurumu gibidir. Birçok insan bazı mağdurları onuru olarak kabul edip onun kavgasında onun safında yer almayı iktidara karşı mücadele olarak algılamaktadır ama mağdur ya iktidardaysa… yakın tarihimiz iktidarın mağdur olduğunu yaşadı ve bir çok kendisince akıllı olan zeki insanların mağdurun yanında yer almak adı altında açık faşizme giden yolda iktidarın yedek değneği oldular. İktidar her zaman güçtür ve o gücü iyi kullananlar kendi halkına karşı her zaman “iyilik” düşünürler. O iyilik her zaman halkın daha fazla acı çekmesi ve üzerinde toplanan kara bulutun yoğunlaşması anlamındadır. İlerici olanların tek yapmaması gereken şey, iktidara yaslanmak ve iktidarın peşinden koşmaktır. İktidar algılar ile oynar ve sizi demokrasi ve özgürlük özlemlerinizin altını boşaltır ve bir bakmışsınız baskı yapma özgürlüğünü savunur, çoğunluk hakları için mücadele eder bulursunuz. Demokrasilerde öncelik azınlıkların haklarını korumaktır, onlara gelebilecek baskıların önlemini almaktır. Çoğunluk haklarını savunan düzenlerde her zaman katliam ve soykırım ile karşılaşma olasılığınız yüksektir. Çoğunluk hakları görecelidir ve iktidarda olan her daim çoğunluktur!

Mağdurum diyenlerin önemli bir bölümü onurum olamaz, lütfen birini onurumuz diyorsak onun geçmişine bir bakın ve hangi olayda nerede durduğuna bakın derim... Cezaevine girmiş diye birine onurumuz deme lüksüm yok… Sadece mağdur olmuştur ve cezaevinde diye ona yüklenmem, aynı koşullar içinde olduğumuzda ise duruşuna göre tavrımı ortaya koyarım... O yüzden birine onur payesi takmak kolay ama o kişi onurunu koruyabilecek mi? Senin yüzünü de kızartabilir, geçmişine bakarak o kızarma olayını tahmin edebilirsiniz. Sermaye yanında saf tutmuş birinin hiç bir şekilde onurunuz yapmayın, çünkü sizi para karşılığında satma potansiyeli yüksektir... Çünkü profesyonel düşünüp profesyonel davranma alışkanlığı vardır... Gerçek anlamda mağdur olmuş biri ile geçici ama onurum diye tanımlamadan dayanışma içinde olabilirim... Ne yazık ki birçok siyasi çıkarlar mağdur olanların önemli bir bölümünü onur payesi verir ama yapılan iş aslında dayanışmadır ve dayanışma ile onur meselesini karıştırmamak gereklidir…

Ülkemizin geleceğini ve politikasını belirleyenler yaşanan toplumsal olayların içten ve dışarında bize yansıması ile şekillenmektedir. Sınırımızın yanında yaşanan iç savaşta ülke olarak taraf olmamıza rağmen, halklar olarak bu savaşın mağduru konumundayız. Savaş koşullarının yaratmış olduğu basın, haber alma özgürlüğünün yok edilmesi süreci aslında savaşı bahane eden kendi iktidarını güçlendirmek ve başkanlık sistemini oturtmak isteyen anlayışın toplumu zor ile biçimlendirmesi sürecidir. Bu süreç içinde ister istemez taraflar vardır ve taraflar kendi çıkarlarına uygun olarak pozisyon almaktadır. Kürtler açılım adı altında yapılan süreç yok olamasın, müzakere masası devrilmesin diyerek her türlü gelmekte olan baskı yasalarını görmezden gelmiş, iktidarın yan değneği konumunda liberaller ile birlikte saf tutmuştur. Her ne kadar Kürtler kendi çıkarları açısından haklı gibi gözükse de çoğunluk haklarını savunan ve bu hakları geliştirmek için kullanan iktidarın karanlık yüzünü halklardan saklanmasına olanak sunan diğer muhalefet hareketlerinden pek farkı yoktur. Ülkemizde iktidar vardır bir de ona destek veren yan partiler vardır. İktidar hedefi olan bu yan değnek işlevi gören partiler zamana uygun ve seçmenin gönlünü aldığı noktalarda iktidara destek vererek iktidarın yolunu açma görevinden başka sorumluluk almamışlardır. Sorumsuz bir iktidarı sorumlu olduğunu hatırlatacak her hangi bir toplumsal gelişme ne yazık ki Gezi Direnişi dışında hayatta karşılığını bulamamıştır. Bunda elbette siyasi partilerin tercihleri önemli rol oynamıştır. İktidar olmaktan korkan ve iktidara destek veren mecliste bulunan siyasi partiler ile bugün yaşadığımız kaos ve kriz ortamı el birliği ile yaratılmıştır.

Muhalefet partilerin yapamadığını medya aracılığı ile yaşanan bu sorumsuz, kontrolsüz süreç haberleştirilmekte ve toplum içinde saklanan gerçekler gün yüzüne ve konuşulur hale getirilmektedir. Elbette medyanın elinden uzun süre iktidarda olanlar tarafından istihbarat ve haber ağı alınmıştır. Cemaat ağırlıklı haber ajansları ülkenin her noktasında örgütlenirken sol bu gelişmelere sadece izleyici ve onlardan gelen haberleri sayfalarına alarak izlemiştir. Solsuz bir ülke 12 Eylül rejiminin istediği ve yarattığı bir süreçtir ve bunda da başarılı olmuştur. İstihbaratı olmayanların olaylara sadece izleyici ve ellerine verilen bilgiler ile kendilerince gerçekleri ortaya serebilirler. Yani gerçek anlamda habere ulaşamaz, ulaştığı bilgi izin verilen bilgidir. Medyayı elinde bulunduran aslında haber ajanslarıdır ve o ajansları yönlendirenlerin siyasi tercihleridir. Ülke bu konuma süreklenirken sosyal medyanın teknoloji ile yaygınlaşması ve ulaşılır olmasıyla göreceli olarak özgür alanlar yaratılmış olsa da sosyal medyanın denetimi iktidar tarafından gözle görünmeyen ama yasalarla desteklenmiş teknoloji araçlar ile sınırlandırılmıştır.

Son aylarda ve halen devam eden bir davanın konusu ‘MİT tır’ları’ ve taşıdıkları araçlar. Bu haber çok önemlidir, çünkü yan ülkede devam eden savaş ve yaşanan sürecin içinde rol alanların haksız bir şekilde güç haine getirilmesi ve katliamlar ile bire bir ilişkilidir. Bu davanın nasıl sonuçlanacağı elbette iktidar denetiminde olan mahkemeler verecektir.

Bu haber bir iktidar mücadelesinin bir aracı konumundadır. Ve haberi yapanlar basın özgürlüğü ve demokrasi mücadelesi verir görünümünde mağdurlardır. Çünkü basın özgürlüğü ve demokrasi mücadelesi veriliyorsa geçmişte mağdur olanlar ile ne kadar ve hangi koşullarda dayanışma içinde olduklarına bakmak gereklidir. Görünür olan çoğu zaman gerçekleri yansıtmaz, bu dava da olan odur! Kısaca Can Dündar davası demokrasi ve basın özgürlüğü davası değildir, sadece o bilgileri ona ulaştıranların iktidara ayar verme ve iktidarı biçimlendirme oyunun görünen yüzü olan davadır...

Profesyonel insanlar parasını aldıkları sürece üzerilerine düşen görevi yapar... Onların yanında yer alanlar ancak birilerin amacı yolunda yedek değnek ve kamuoyu oluşturmaları için kullanılan olur... Yakın tarihimizde yaşadığımız Taraf Gazetesi olayı buna örnektir. Taraf Gazetesi içinde yer alanlar birçok suça direkt ortak olmamış olsa dahi orada olmaları nedeni ile kamuoyu oluşumuna katkı sunmuş ve dolaylı olarak tüm oluşan suçlara ortak olmuşlardır...

Her anını paraya döndürme telaşında olan Can Dündar, henüz bitmemiş davasının kitabını çıkararak vakit nakittir sözüne yeni anlamlar yüklemiş... Can Dündar gibi profesyonel insan ile dayanışma içinde olanların anılarını ve yaşamlarını Can Dündar ne zaman piyasa sürecek diye merak ediyorum...

Magazin olmayan şeyin pazarda payı olmaz!

Can Dündar ve Erdem Gül davasına gizlilik kararı alınmış... Orada oynanan oyun Amerika ile Erdoğan arasında ki küçük ayar oyunudur. Amerika, “hadi dedi delikten aşağıya” demekte, bu söylem karşısında Erdoğan direniyor ve diyor ki “bak hala güçlüyüm, dediğimi yaptırırım bu ülkede!”...

Bakalım kim kimi delikten aşağıya atacak!

Cevabı belli ama biri direnerek gideceğini ilan etti...

Davadan nasıl bir sonuç çıkacağını gerçekten merak eden birileri var mı?

Sözümü bitirirken aklımda ki soruyu yazayım; mağdurlar gerçekten mağdur mu?

İsmail Cem Özkan


12 Nisan 2016 Salı

Tasarlanmış toplumda değişim zamanı!

Tasarlanmış toplumda değişim zamanı!

Toplumsal olaylarda bazı şeyler tesadüfen oluşmaz, ortam hazırlanır ve o tasarlanan şeyin olması için zamanın olgunlaşması beklenir.
Siyasi iktidarların bir ömrü vardır, hiçbir güç uzun soluklu olarak iktidarda kalmaz. Elbette soluk burada kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişen izafi bir kavramdır ama tarih bize en güçlü olanların kısa zamanda yok olduğunu haykırır ve der ki; “iktidar hırsına kapılmadan arkanızda temiz bir sayfa bırakın!”
Hayata trajedi ve dram yaşayasınız diye gelmediniz, mutlu olmak ve sevdikleriniz ile gülerek yaşamanız için varsınız. Yaşamı çekilmez kılan şey sizin ve içinde bulunduğunuz toplumun hırsları ve tek hakim olma düşleridir.
Yaşam hiçbir şekilde tek rengin hakim olduğunu kaldıramaz, hemen tek rengin hakim olduğu yere başka renkleri karıştırır ve mesajını açıkça verir. Bizler içinde bulunduğumuz koşulların ruhunu o kadar benimsemiş ve içselleştirmişiz ki, verilen bu açık mesajı dahi göremeyiz. Tek doğru, tek iktidar, tek ülke, tek toplum doğaya aykırıdır.
Doğadan kopmuş, beton içinde kontrollü ortamda yaşayan bizlerin hırsları sonsuz gibi durur ama elbette bir sonu vardır, o son; son nefesi verdiğimiz andır ve her şeyin boş olduğunu kanıtlar. Bizi verdiğimiz acılardan dolayı anan olmaz ama verdiğimiz neşe her daim sohbetlerin konusu olur.
Toplumsal olaylarda ‘yöneten ve yönetilenler vardır’ algısı hakimdir. Yönetenler ayrıcalıklıdır ve her türlü pozitif ayrımı kendileri için kullanırlar. Ne yazık ki bugüne kadar ilkel toplumla hariç modern olarak kabul edebileceğimiz ve doğa ile savaşta doğaya biçim verenlerin oluşturduğu toplumlarda bu algı baskındır ve sadece felsefecilerin konuştuğu özgün alternatifler yok sayılmış ya da toplum içinde karşılığı bulunamaz ütopyalar olarak sunulmuştur. O yüzden geri bıraktırılmış toplumlarda düşünmeyi teşvike eden felsefe yok sayılmış ya da küçümsenmiştir. İnsanlık tarihi içinde özgür ve özgün düşünenler toplumları ileriye itekleyen ve taşıyan olmalarına rağmen, toplumu yönetenler ve biçim verenler her zaman siyasetçiler ve öldürmek üzerine eğitim görmüş askerlerin kafasında oluşturdukları tek tipleştirme senaryosunun hayata geçirmeye çalışanların hakimiyeti altında geçmiştir. Özgün olanlar fırsat buldukları toplumlarda katkı sunmuş ama biçim vermeye imzalarını ne yazık ki atamamışlardır.
Ülkemiz yeni bir kırılma dalgası içindedir. Toplumsal yaşanan değişimin artık çıkmaz sokağına girdiğimiz bu günlerde toplum ya geri dönecek ya da önüne engel olan duvarı yıkıp geçecektir. Her seçenekte de var olan iktidarın artık tarihin tozlu raflarına doğru bırakılacağı kesindir, çünkü kafalarında oluşturmuş oldukları toplumsal değişimin çok uzağında ve onların bilinçaltına işlenen zamanın ruhuna uygun tercihler arasında bilinçli ya da bilinçsiz seçtikleri yolda çıkmaz sokağa girmişlerdir.
İktidar değişimi aynı zamanda toplumun dünya gerçeklerine göre yeniden biçimlenmesi için yeni fırsat anlamındadır. İktidarı uzun süre elinde bulunduranlar, o güçten elde ettikleri özgüven ve sermaye birikimi ile her şeye muktedir oldukları duygusu ile en güçlü oldukları anda en hızlı şekilde yok olacaklardır. İktidar elbisesi içinde kim olursa olsun, her türlü baskı aracını ve yalan makinesini elinde bulundursalar da değişim kaçınılmazdır. Bu kaçınılmaz sonu önleyebilecek ne güçleri olacaktır ne de ortamları.
Ekonomik alanda ve istihbaratı güçlü olan yapılar başarıya diğerlerine göre daha yakındır… istihbaratı güçlü olan her toplumun hareket alanı daha geniş ve lojistik olarak kanalarla sahiptir. Lojistik kanaları olmayan her yapı bir anlamda intihar etmek için ilk kriz ortamını bekleyecektir, çünkü krizi yönetemeyen her yapı gerçek bir güçlü direniş karşısında yok olmaya ve teslim bayrağını açmak için kendisi ortam yaratır ve yandaşlarına da bunun doğal bir sonuç olduğunu empoze ederek, küçük olsun ama benim denetimim ve yönetimim altında olsun cemaat ilişkisini doğurur.
Her yenilen ve iktidar gücünü ve olanağını kaybedenler kendi küçük cemaat ilişkisi içinde gelecek yeni iktidar olanaklarının hayallerini kurarken, geçmişte yaşadıklarını destan yazan söylenceler üretmekten de geri durmazlar, çünkü cemaatleri bir arada tutan geçmişin şanlı öyküsüdür.
Elbette toplumsal dinamiklerin her an ortamını bulduğunda iktidara gelme olasılığı vardır ama bu olasılık elinde ki olanağı ve örgütsel yeteneğini kullanabilme becerisi ile orantılıdır. Hiç beklemediği anda hazırlıklısız olarak iktidara gelme olanağına sahip olabileceği bir ortam başkaları tarafından yaratılabilinir, ortam yaratan aynı zamanda iktidar sandalyesini idam sehpasına döndürecek ortamında yaratabilir…
Düşünemeyen her güç, başkasının maşasıdır.
Özgün çözüm ütemeyenler, toplumun en gerici yapısını oluşturur. Genelde aklı kullanmayan ama başkalarının yaratığı ortamı kendisi yaratmış gibi görenlerin boş gölgelerinden oluşan toplum üzerinde ki karanlık bulut, o gölgelerin üzerine ışık düştüğü an yok olduğu gerçeğini her kuşak sürekli yeniden yeniden acılar içinde öğrenmek zorunda kalıyor. 
Karanlık bulutun yaratmış olduğu karamsarlık elbette bir şekilde ortadan kalkacaktır, bu kalkış süresi göreceli zaman kavramı içinde değerlendirlebilinir ama mutlaka yok olacaktır…
Toplumumuz yeni bir kırılma sürecine girdi, yeniden oluşturulan dinamikler içinde kişiler kendi tercihlerini ortaya koymaya başladı, bu tercihleri belirleyecek ne kültürdür ne de gelenek! Çürüyen toplumlarda en önemli unsur çıkarlardır.
Adalet, özgürlük, saygı, ahlak gibi kavramların altını çıkarların oluşturmuş olduğu cümleler doldurmaktadır. Adalet, özgürlük, saygı ve etik kavramlar evrensel değerlerin yaratmış olduğu zamana uygun anlamlar göreceli olarak değişime uğramaktadır…
Tek devletin, tek iktidarın, tek dinin arattığı değerler değil, evrensel anlamda hareket eden paranın ve onun yaratmış olduğu rüzgarın oluşturduğu değerlere eskiden verilmiş isimler, sıfatlar üzerinden konuşmaya devam edeceğiz…

İsmail Cem Özkan

4 Nisan 2016 Pazartesi

Çıkarlar, demokrasi mücadelesinin altını boşaltıp doldurabilir!

Çıkarlar, demokrasi mücadelesinin altını boşaltıp doldurabilir!

Demokrasi mücadelesi olarak gösterilen birçok etkinlik aslında demokrasi değil, iktidar mücadelesidir. İktidar için girişilen kavgada özgürlük, demokrasi, hoşgörü kelimeleri sık sık kullanılır ama hayatta karşılığı olmayan altı boş olan cümlelerin birer parçası olurlar.

Türkiye'nin ilk anayasası "Özgürlük, Adalet, Kardeşlik, Millete Eşitlik" sloganları eşliğinde 23 Aralık 1876 ilan edilmiştir. Bugüne kadar o sloganda yer alan kelimeler hala gündemde ve gündemin sıcak ve yumuşak karnı oluşturmaktadır. Azınlıklardan her hangi biri ne zaman özgürlük dese, çoğunluğun baskı kırma özgürlüğü ile karşılaşır. Kardeşlik kelimesi zaten baştan aşağıya yanlış algılar üzerine oturmaktadır, çoğunluk ve güçlü olanın zayıf ve güçsüz olanı dövmesi, hırpalaması ve kendisi gibi düşünmeye zorlaması kısaca asimile olmasını ve değişmesi üzerine kuruludur. Küçük ve zayıf kardeş abisi ne derse onu yapmak ile yükümlü kılınır ve ona benzemesi için sürekli karşılaştırma yapılır. Bakın bizim dilimiz ne mükemmel her şeyi açıklayabiliyoruz der, ama onun dilinin güdük kalmasının tek sebebi olduğunu görmezden gelir. İmkanı olsa belki çoğunluğun konuştuğu dilden daha fazla kelime üretebilecek! Millette eşitlik tekil olarak algılanır, tek ulus, tek bayrak, tek dil, tek mezhep, tek din, tek… kısaca eğitimde tek, güvenlikte tek anlayış eşitlik kavramını zaten ortadan kaldırmaktadır. Millette eşitlik diyerek imza verenler, ilk anayasanın yazımına katkı sunan azınlık üyeleri ilk baskı görenler olmuştur.  

Ülkemizin tarihi genelde dışa bağımı şekilde gelişmiştir, içeriden birileri istedi değil, dışarıdan birileri istedi diye yapılmıştır. Kendi aklı ile düşünmek yerine ısmarlama fikirler kolaj usulü yapıştırılmış ve topluma giydirilmeye çalışılmıştır. Alışkanlıklar ve kültür biat etme üzerine kurulu toplumda özgürlük de tepeden aşağıya sözde verilmiş ve ilk özgürlük istemi ve hareketi karşısında hemen ortanda kaldırılmış, isteyenler de askıya alınmış, işkencelerden geçirilmiş… Onların tabanı olduğunu gördüğü kesim üzerinden de baskı gerek toplumsal linç için zemin hazırlanmış gerek devlet kendi imkanları ile saldırmış, kararnameler ile yaptığı usulsüz işleri yasal kılıfa büründürmüş. Kendi aklı ile içselleştiremeyenler, başkalarından gelen baskılara boyun eğmiş ve dışarıya karşı hoşgörü, içe karşı otoriter bir toplum çıkar çatışmalarının ortasında kurulmuş…

Türkiye kurumları ile Osmanlının devamı olarak kurulmuş ve parçalanarak bugün ki halinde daha kontrol edilebilen sınırlar içinde kurulmuştur. Osmanlı’dan aldığı mirası bir çok kurumları ile bugün de yaşatmaktadır. Osmanlı zamanında cephe gerisi boşaltma adı altında tehcir, Abdülhamit'e 'kızıl' lakabını takan katliamların başka boyutta kısa tarihimiz içinde küçük ya da büyük boyutta yaşadık… Türkiye sürgünler ülkesi gibidir, her olumsuz gördüğünü bir yere rahatlıkla sürebilmekte ve cezalandırılabilmektedir. Osmanlı zamanında sürgüne göndermek ve başka ülkeler tarafından sürgüne gönderilmişleri almak doğal bir şeydir. Muhacir, mübadil, mülteci… yabancısı olmadığımız kelimelerdir...

Türkiye devletinin doğuşu dönemin uluslar arası ilişkilerde ki çıkar çatışması ve güç göstergesi sonucunda dış güçler arasında karar verilmiş ve o karar sonucunda ihtiyaca uygun şekilde şekillenmesine olanak verilmiştir. Elbette bu sadece bizim gibi ülke ile sınırlı değildir, cetvel ile çizilen devletler ve çıkarlara uygun küçük devletlerin kurulması ve sonra onları çıkarlar gereği başka ülke tarafından işgal edilmesi o dönemin karmaşık olayları içinde yer alır. Burada gözden kaçırılan gerçek, bir ara ya da tampon olarak kurulan ülkenin içişleri bir biri ile çatışan devletlerin karşılıklı görüşleri ve uzlaşması ile biçimlendirilmiştir. Örnek biz demir perde ve önünde yer alan devletler tarafından arada sınır boyunda kurulmuş bir devlet olduğumuza göre, bizim içişlerimizi daha iyi anlayabilmek için iki grup ülkelerin bize bakışına bakmamız da fayda var. Her karar ve darbe gibi olaylar icazet almadan olmayacak şekildedir. En baskın gibi gözüken, sanki ülke içinde çıkarı yok edilmiş gibi gözüken bir tarafın darbe sonrasında fazla refleks göstermediğini gözden kaçırırız. Onlar adına ülke içinde adım atanlar, toplumsal dinamikte yer alanların tepkileri ve onlara yönelik operasyonlarda gösterilen tepkiler, kuzey ülkemizin çıkarı ile paraleldir… en çıplak olarak 12 Eylül sürecinde yaşadık, Sovyetler topraklarına giren devrimciler, aynı hızda geri askeri rejime iade edilmişlerdir. Çünkü o dönemde ki Sovyetler Türkiye’de yaşanan darbeyi darbe olarak görmemiş, bir müdahale olarak algılamıştır. Onların ülkemizde ki sözcüsü gibi hareket eden TKP 12 Eylül'ü ‘ılımlı bir askeri cunta’ olarak değerlendirmiştir. 1983 yılında ancak ‘faşist diktatörlük’ olarak değerlendirmiştir. Bu kararın temelinde belirtilen gerekçe "Sovyetler Birliği'yle iyi komşuluk ilişkilerini sürdüreceğiz" sözünü söyleyen generallerin mesajında saklıdır... Sovyet çıkarı, ABD çıkarı ile çatıştığı noktalar ve çatışmadığı noktalarda ülkenin kader çizgisinde değişimler olmuştur. 24 Ocak kararları liberalizmin tüm dünyayı kuşattığı yılların başlangıcıdır, devlet zırhı ile korunan gümrüklerin açılma sürecinde Gorbaçov’un iktidara yürüyüşü de başlamıştır.

Suriye savaşı son dönemde belirleyici olan bir iç savaş görünümündedir. Her ne kadar modern değim ile hibrit savaşları olarak geçse de orada çatışan güçlerin çıkar ilişkilerine göre savaşın boyutu ve yıkıcılığı değişmektedir. Birden korku karanlık bir şekilde ilerlemesine izin verilirken, birden izin veren ülkelerin ekonomik dar boğazında iyileşmelere sebep olan silah satışında patlama yaşanıyor. Petrol fiyatları savaşa rağmen dibe vuruyor, Almanya'nın ABD bilgisi dahilinde Rusya içişlerine müdahalesi ve ona karşın Rusya'nın tepkisi gecikmemiştir. Almanya onu Avrupa olarak okuyun, mülteci akını ile test edilmiştir. Fakat Suriye savaşında iki hasım gibi gözüken güç ortak hareket etmekte ve birbirlerine bilgi vererek kendi sınırını korumaktadır… Bu arada gözden kaçmasın ABD tarihinde en iyi ekonomik performansını yakalamak üzere…

Sonuç olarak ülkemizden olaya baktığımıza göre, "Özgürlük, Adalet, Kardeşlik, Millete Eşitlik" ilk anayasamızda kullanılan kelimelerdi, günümüzde demokrasiyi ekledik... Çıkarlar, demokrasi, özgürlük, adalet, kardeşlik, eşitlik mücadelesinin altını boşaltıp doldurabilir! Ne yazık ki ülke içinde ki çıkarlar, uluslararası ve uluslar üstü firmaların çıkarları karşısında etkisiz kalır… Cumhuriyetin ilk yıllarında belki hükumet indirmek ve bakanlar kurulu oluşumunda ülke içinde çıkarların önemi varmış gibi gözükürdü ama makamlara kim gelirse gelsin birilerin çıkarına hizmet ile yükümlü olduğu için uzaktan bize bakanlar için kişilerin önemi yoktu, hala da yok… Ülke içinde karma ekonominin şartları içinde demokrasi varmış gibi saha içinde oynayanlara özgürlük alanı bırakılırdı. Sadece liderlere önem verilir ve o liderlere gerek görüldüğünde ayar verilebilirdi. Bir dönemin lideri İnönü, “Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini bulur.” diyerek konumumuzu özetlemiştir.  Bu uygulama hala varlığını koruduğunu yaşayarak bir kere daha görmekteyiz.

İsmail Cem Özkan


2 Nisan 2016 Cumartesi

Medea Kali

Medea Kali

İki mitoloji bir sahnede harmanlanmış, iç içe geçmiş. Hint ve Yunan mitolojisinin iki kahramanı, ölüm ile isyan, acı ile hedef arasında ki haykırışı… Öç ve öfke, sesin yüksek çıktığı anlar. İsyan, kendi kaderine ve aşkı uğruna terk ettiği geçmişine ve geri dönüş. Acı, çocuklarını kutsal gördüğü nehre ruhlarını bırakması. Doğum sancısı ve inleme, aynı zamanda ölüm! Ölüm, yaşamın kaçınılmaz gerçeği, doğum olan yerde ölüm vardır. Ama her ölüm başka başkadır. Kimisi doğal, ölür, kimisi bir canin ellerinden!

Betimlemeler, imgeler arka araya geliyor, arka arkaya sırlanıyor insanların beyinlerine. Yüksek ses, dijital. Hareket alanını gözü kapalı izleyemezsin, çünkü ses sahnenin ortasından değil, kenarlarında ki hoparlörlerden gelmekte… Bilerek belki yok etti oyuncunun o muhteşem performansını. Ses dışarıda, oyuncu sahnede. Oyuncunun elinden almakta dijital sessin tek düzeliği. Yüksek, mikslenmiş ses, efekt ile daha da vurgulanmak istenmiş ama yok ediyor oyunun gücünü ve oyuncunun performansını. Ses cd kaydından mı geliyor, canlı olarak sahnenin ortasında mı? Gözünüzü kapayın, dinleyin. Oyuncunun hareketini, rüzgarını duyabiliyor musunuz? Nerede hareket etmekte, oyun beyaz perde de mi, yoksa canlı olarak sahnede mi? Gözünüzü kapatın, bazı sahnelerde ister istemez kapatmak zorundasınız, çünkü eğer epilepsi hastasıysanız sizi tetikleyecek bir uzun süre ışığın açıp kapattığı sahne var. Sahnenin arka zemini oluşturan video görüntüsü, bir ayın içindedir. Sahnede yaşananlara eşlik eden görüntü. Işık sesten önce gelir ama başlangıçta ses önce, görüntü arkasından geldi. Su damlıyor, daha doğrusu kan. Sesi geliyor arkasından görüntüsü… Teknik bir sorun diye algıladım. Ayın içinde ateş, kızıllık oyunun içselleştirmesine katkısı azımsanamayacak kadar. Dans figürünün gölgesi o yuvarlağın içine düşmesi, iyi düşünülmüş. Fakat her cümlenin sonunda gelen ama ve fakat cümlesinin başlangıç kelimesi. Evet, fakat son sahnede çocukların ruhları ve bedenleri Ganj Nehrinde sonsuzluğa giderken su yok orada… İnce ince düşünülmüş bir düzenlemede neden bu son sahneye su sesi yanında su görüntüsü verilmedi dedim. Devlet tiyatrosu olanakları olan bir kurum, o olanaklar biraz daha görselliğe harcanmış olsaydı, örneğin yağmur altında olan bir sahnede ses var ama yağmuru hissedemiyoruz. O hissi verecek ve daha önce birçok oyunda uygulanan su sahnede uygulanabilirdi. Arkadan aşağıya doğru bırakılan su… Yuvarlak bir dekor, basamaklar ile yukarıya çıkarken, o yuvarlağa uygun bir yağmur efekti için bir şeyler konulabilinirdi… Su sahneye taşmaz, o dekorun içinde devir daim olabilir konumda teknik açıdan çözülebilinirdi diye düşündüm… ses efektleri ile verilmiş bir çok geçiş ve sesin yükselişi ama keşke başka çözüm yolları da düşünülseydi dedim içimden sessizce... Oyun beni içine alıp sarmalayabilmesi için hafif bir rüzgar, hafif bir yağmurun damlacığı dokunabilirdi yanağıma…

Mükemmel bir performans, mükemmelliğe eşlik eden ışık! Sahne dekoru sade, oyuncuya hareket alanı bırakmış. Sahnede üç oyuncu yok ama üç oyuncu ile sahnelendiğini alkış sırasında gördüm. Aslına bakarsanız oyun tek kişilik, tek kişinin performansı üzerine oturmuş. Zeynep Utku. Çeviren ve aynı zamanda sahnede canlandıran Zeynep Utku.

Kali Hintli, Ganj nehri kenarında doğmuş dans etmeyi doğasından almış, öğrenmemiş, izlemiş ve dans etmiş ama onun mitteki rolü yaratan ve yok eden, koruyucu ana Tanrıça. Sahne de dans kareografisini kim yaptı diye düşünüyorum, elimde ki broşürde ise adı yazılı değil. Anladığım kadarı ile doğaçlama dans! Modern dans ve biraz da olsa anımsattığı Hint! El hareketleri, vücut kıvrak ve anlatılan öykünün acılığını biraz da olsa hafifleten. Korkunç, ölüm ve acı içinde olan anne! Köpek gibi vurgusunu sık sık duyduğumuz anne. Her ne kadar Medusa Medea’ya da dönüşse ölümü simgeliyor, gözüne bakanı taşa döndüren yani öldüren anne! Kali ise Hint güzel söylencelerini içinde barındıran, kıvrak, erkekleri ve bakanları büyüleyen bir kadın! İki büyüleyici kadın tek bir vücutta acı çekiyor… Sonuçta iki karakter ölüm demektir. Ölümü bir kadın vücudunda görmekteyiz. Güçlü, öfkeli… Çaresiz…

Çaresizdir, yalnızdır. Çocuklarının boğazı kesilmiştir ve Yunan geleneklerine göre gömülmüşlerdir. O Ganj nehrine bırakmak istemektedir. Acıları hafiflesin, töreler yerini bulsun diye, ruhlar özgürleşsin, özgür olmak adına… Yalnızlığını ortadan kaldıracak ve onu sinsice izleyen Perseus, maskesi altında elinde bir fener ile izler. Zaman zaman onun üzerine fener tutar, hissettirir.

Her bölüm farklı ışıklar ve çocukların sesi ile ayrılır. Her bölüm de acı biraz daha yoğunlaşır. Perseus son sahnede maskeyi yüzünden çıkarır ve Medea Kali ile yüzleşir. Onun karşısında taş olmaz, Medea’nın kurtuluşunu simgeler, çocukların ruhları Ganj nehrinde yol alırken, o da acıları ile yüzleşmiş ve artık özgürlüğüne doğru ruhunu Perseus’un gözlerinde teslim edecektir, öldürdüğümüz ben’lerimizle baş başa bırakarak…

İsmail Cem Özkan

Medea Kali

Yazan : Laurent Gaude
Çeviren : H. Zeynep Utku 
Yöneten : Musa Uzunlar
Yönetmen Yardımcısı: Ülkü Duru
Asistan: Yusuf Can Sancaklı
Oyuncular: H. Zeynep Utku, Musa Uzunlar, Yusuf Can Sancaklı
Dekor Tasarımı: Aytuğ Dereli
Kostüm Tasarımı: Aslı Akıncı
Işık Tasarımı: Enver Başar
Müzik Direktörü: Mehmet Fırıl
Sahne Amiri: Reşit Arslan
Kondüvit: Anıl Güripek
Işık Kumanda: Ozan Çelik
Dekor Sorumlusu: Dursun Özalp
Aksesuar Sorumlusu: Salim Baş
Bayan Terzi: Gönül Macit
Erkek Terzi: Yusuf Çalışkan

Peruka: Zeynep Bolkısık